Türk Dil Bayramı ne demektir: Birinci Türk Dil Kurultayının toplandığı gün olan 26 Eylül 1932, kurultayda alınan kararla Dil Bayramı olarak kutlanı

Türk Dil Bayramı ne demektir: Birinci Türk Dil Kurultayının toplandığı gün olan 26 Eylül 1932, kurultayda alınan kararla Dil Bayramı olarak kutlanır. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Kurultay adı verilen ilk genel kurulu 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayında başladı. Daha önce yapılan çağrının da etkisiyle kurultaya 814 üyeyle birlikte katılanların sayısı 917’ye ulaştı. Katılanlar arasında saz şairleri ile yeldirmeli köylü kadınların sergiledikleri görüntü toplantının ulusal niteliğinin simgesi sayılabilir.
Dil bir milletin millet olma unsurlarından en önemli unsurdur. Bir millet diline önem vermez ise birbirileriyle anlaşamaz ve zamanla millet olma özelliğini kaybeder. Yani herşey,  dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.
Unutmayalım, Türkçe gelişmiş bir dildir: çünkü Türkçe’nin söz varlığı bugün 75.000 civarındadır. Türk Dil Kurumu’nun 1945’te çıkardığı birinci baskı Türkçe Sözlük 20.000 civarında kelime varken, 1998’de çıkardığı Türkçe Sözlükte 75.000 kelime vardır. Yeryüzünün en eski ve yeni coğrafya parçasında en çok konuşulan gelişmiş, zengin bir dildir. 1980’lerin ortalarında UNESCO hazırladığı raporda, Türkçe’nin konuşulan sayısı bakımından dünyanın beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştır.
Mustafa Kemal, ölünceye dek il konusuyla hep ilgilenmiştir. Sözcük ve terimler türetmiş; söylev ve demeçlerinde bunları özellikle kullanmıştır. Genel, özel, evrensel, kutsal, önemli, arıtmak, ısı, esenlik, erdem, kıvanç, konuk, tüm…” gibi sözcükleri kullanarak, bir Geometri kitabı yazarak, birçok geometri terimini (Üçgen, çokgen gibi) Türkçeye kazandırmıştı. Siyasal, iktisadi ve toplumsal alanlarda olduğu gibi…  Mustafa Kemal’in:
“Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır,“ sözleri,  sanki bugünleri işaret eder gibidir. Çünkü ülkemizin köyleri dahil bütün şehirlerindeki levhalarda veya işyeri isimlerinde Türkçe unutulur bir duruma düşürülmüş bir hale gelmiştir. Mustafa Kemal’in: “Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz ölene dek, Türk gençliğini yetiştirecek, Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir,” vasiyeti de unutturulmuştur. 
Yaşadığımız yerlerdeki caddelerde dolaşırken bu unutturulmuşluğun tanıklığını yaşıoruz. Caddelerde gezerken başınızı yukarı kaldırıp tabelalara baktığınızda görürsünüz ki isimlerin %70’i yabancı sözcüklerden seçilmiş. Açıyı iyi ayarlayıp bunlardan birinin önünde bir fotoğraf çektirseniz, çevrenizdekilere de “Bakın bu falanca ülke ziyaretim sırasında çekilmiş bir resmimdir’ deseniz emin olun ki inanırlar. İnsan bazen hangi ülkede yaşadığını anlayamıyor.” Eğer dilimize sahip çıkmazsak ne yeni nesiller bizi anlar ne de biz yeni nesilleri anlayabiliriz!  Kısacası gelecek nesillere bıraktığımız yazılı kültür eserleri anlaşılmaz olursa konuşma ve yazı dili de bozulduğu için millet olma özelliğini de kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırız!...
Agop Dilaçar kimdir: Türkçeye ve Türkiye’ye tutkun bir bilgindi. Atatürk’e, Türk Devrimine yürekten bağlıydı; anadili Türkçe olanların kimisi de Türkçeyi onun gibi sevseydi, Dil Devriminin önüne dikilmezlerdi. Dilâçar, yazılarına çoklukla “A. Dilâçar” diye imza atardı; kimilerinin sandığı gibi, Ermeni olduğu ve “Agop”u kullanmaktan sakındığı için değil. Dilâçar soyadını ona Atatürk vermişti; kendi deyişiyle bu soyadı, onun gerçek adıydı. Bu adı yaşamı boyunca Atatürk ve Türkçe sevgisiyle birlikte taşımış; Atatürk’ün isteği üzerine üstlendiği Türk Dil Kurumu’ndaki “başuzman” sanını onurla korumuştur. 
Babası Kayserili, annesi Yozgatlıdır. Dedesi Kayseri’de tanınmış bir tüccardır; dedesinin isteğiyle İstanbul’a taşınırlar. Agop Martanyan, 22 Mayıs 1895’te İstanbul’da, Büyükdere’de doğmuştur. Dilâçar’ın çocukluğu Büyükdere ile Gedikpaşa arasında geçer. Annesinden Ermeniceyi öğrenir, ilköğretimine İngilizce öğretim yapan bir Amerikan okulunda başlar, ortayı da orada bitirir. Bu sırada İngilizcenin yanı sıra Rumca ve İspanyolca ile tanışır. Okulunun haftalık dergisinin sorumluluğunu taşımakta, basım yayım denemeleri yapmaktadır.
1910’da Amerikan (Robert) Koleje başlar. Çok okuyan, araştıran bir öğrencidir: Latince, Yunanca, Almanca öğrenmek için çabalamaktadır. Okulun yabancı öğrencileriyle yakın ilişkiler kurarak onların dilini de bildiklerine eklemeye başlar. Rusça ve Bulgarca ile ilgili ilk bilgileri bu yolla edinir. Bu arada okulun bütün seçmeli derslerini alan tek öğrencidir. Bitkibilim, yerbilim, madencilik gibi alanları da merak etmesi, dahası yalnızca kız öğrencilere verilen yemek derslerine bile girmesi öğretmenlerini şaşırtmaktadır. Bu çalışmaları, onun ileride başarılı bir ansiklopedici olacağının işaretidir. Genç Agop, yaşıtlarını türlü toplumsal etkinliklere yönlendirmekte, çoğu kez etkinliklerin düzenleyicisi olmakta, bu arada Türkçeye ilgisi yoğunlaşmaktadır. Türkçe dersine duyduğu bu sıcak ilgide öğretmeni Tevfik Fikret’in payı büyüktür. Fikret’in dersini sürekli izleyen üç öğrenciden biridir. Türkçe dersine olduğu gibi öğretmenliğe de sıcak bakmaya başlar.
Robert Koleji, “Newyork Bilim Ödülü”nü alarak bitirir (1915); okulu bitirdiğinin ikinci günü askere alınır. Osmanlı İmparatorluğunun, Birinci Dünya Savaşına katılan yedek subaylarından biri olarak Diyarbakır’daki 2. Orduya gönderilir. Buradan Kafkas Cephesine gider, bir çatışmada yaralanır; cephede gösterdiği başarıdan dolayı madalya ile ödüllendirilir. Savaştaki çatışmaların durulduğu bir sırada Alman subaylara Türkçe öğretmeye başlar. Yabancı subayların elinde J. Németh’in “Türkische Grammatik”i vardır; bu yapıt Agop’un da ilgisini çeker. Bu sıradaki Sovyet Devriminin (1917) etkisiyle dersler tavsar, azınlık subayların kimisi doğudaki cephenin gevşemesinden yararlanarak savaştan kaçmaktadır. Bu subayların kaçışını önlemek için onların Güney Cephesine gönderilmesi düşünülür; Agop da Güney Cephesinin yolunu tutar. O, üstlerince sevilen disiplinli bir askerdir; bu nedenle ona “mevcutlu gönderme” yöntemi uygulanmaz. Ama yanına verilen erlerin bir kısmı Halep’e ulaştıklarında, onu yalnız bırakarak geri dönerler.
Bir Osmanlı subayı olarak ülkesinin başındaki belaları gören Agop’un bu işe çok canı sıkılır. Asteğmen Agop’u derinden yaralayan, Mustafa Kemal’in komutasındaki 7. Ordunun karargâhına vardığında, Kafkas cephesinden gelen, madalyalı onurlu bir asker olarak değil de “casus” kuşkusuyla Mustafa Kemal’in karşısına çıkarılması olur. Bu suçlamanın nedeni, Halep’teki tutsak bir İngiliz subayıyla İngilizce konuşmasıdır.
Mustafa Kemal’in karşısına yanındaki süngülü bir erle çıkarıldığında üstünde bululan “tabancası, ilmühaber” ve bir “kitap” kendisini getiren yüzbaşının elinde durmaktadır. Paşa sorar, “Sen niye kaçmadın?”  Agop, birden sinirlenir. “Kaçmadığıma teessüf ediyorum. Ben bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değil. Kafkas cephesinden kaçmayan, herhalde Şam sokaklarından kaçacak değildir! Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar.”
Mustafa Kemal, özenli davranır, Agop’un yanındaki ere süngüsünü çıkarmasını söyler. Agop’un üstünden çıkanlar masanın üstüne konur. Agop kitap hakkında Mustafa Kemal’e bilgi verir. Bu kitaptaki kimi bilgileri saatlerce tartışırlar. Agop’un Türkçeye ilişkin açıklamaları ve kitabın Latin harfleriyle yazılmış olması Mustafa Kemal’i etkiler. Çünkü ilk kez Türkçenin Latin harfleriyle yazılışını görmüştür. Kitapta geçen “kaba Türkçe” tanımlamasından da rahatsız olur.
Savaş bitince Dilâçar Sofya Üniversitesi’nden çağrı alır ve eşi Meline Hanımla birlikte gider. İstanbul’daki bir Ermeni gazetesine Türkçeyle ilgili ilginç yazılar göndermektedir. Bu yazıların Türkçeye çevrisini okuyan Atatürk, yazarı tanıdığını anımsar. Bu sırada 1. Türk Dili Kurultayı için hazırlıklar yapılmaktadır. Dilâçar da kurultaya çağrılır.
Ancak, göç edenlerin vatandaşlıktan çıkarılması, gittiği yerin vatandaşı da olamaması durumu var. Agop Martayan da bu durumda iken, Atatürk’ün özel davetlisi olarak Türkiye’ye gelmesi sağlanıyor. 18-25 Ağustos 1934 tarihleri arasında düzenlenen II. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra Türk Dil Kurumu (TDK) başuzmanlığına getiriliyor. Özellikle yabancı sözcüklerin kökünü açmada uzman olduğu için, 1934 yılındaki soyadı yasasıyla Atatürk tarafından verilen “Dilaçar” soyadını alıyor. “Beni buraya Atatürk getirdi, ölünceye kadar da burada ona ve Türkçeye layık olmak için çalışacağım,” diyen Agop Dilaçar, gerçekten de ölene kadar orada çalışıyor. Liselerde, fakültelerde öğretmenlik yapıyor. İnönü Ansiklopedisi‘nin kurucularından ve redaktörü.
Dilâçar, kurultay bitince İstanbul’a yerleşir. Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün masasındaki dil tartışmalarına katılmakta, bir yandan Türkçenin eski değerlerini araştıran yazılar yazmakta, bir yandan da çeşitli okullarda ders vermektedir. 2. Türk Dili Kurultayındaki bildirisi de ilgiyle karşılanır. Bu bildiri yaşamının yönünü değiştirmiştir. Çünkü bu kurultaydan sonra artık TDK’nin başuzmanıdır. Türk Dil Kurumu’ndaki yeni görevine başlamak için Ankara’ya taşınır (1934). Bu tarihten sonra Dilâçar, hep övünçle söylediği gibi Ankaralıdır. Gündüzleri erken saatlerde TDK’deki işinin başındadır, geceleri çoğunca Çankaya Köşkünde Atatürk’ün düzenlediği dil toplantılarına katılmaktadır. 
Oğlu Vahe Dilaçar: “Bütün yaşantımız, Atatürk’ün yaşantısı ile ilgiliydi. İstanbul’a gideceği zaman biz de taşınırdık. Eski cephane sandıklarının içine kitaplar konur, özel trenle giderdik. Akşam 6-7 sularında köşkün arabası gelir, yaver babamı alır gider, ertesi sabah getirirdi. İlk başta annem ürkerdi. Niye alıp alıp götürüyorlar diye. Yaver, ‘Korkmayınız, aldığımız gibi getiririz’ diye şakalaşırdı.” diyor.,
Yazları da aynı toplantılarda bulunmak üzere İstanbul’a gider. Bu toplantılarda özellikle yabancı sözcüklerin kökenlerine ilişkin ayrıntılı, belgelere dayalı bilgiler sunmaktadır. Dilâçar yalnızca sözcüklerin kökenlerine değil, o yıllarda Atatürk’ün çok ilgisini çeken Güneş Dil Kuramına ilişkin de çok yönlü araştırmalar yapmaktadır. Atatürk ona var olan görevlerinin yanı sıra başka bir iş daha önerir. 1936’da açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde “genel dilbilim, dilbilim tarihi” dersleri verecektir. 1938’de Atatürk’ün ölümü onu çok sarsar. Atatürk’ün verdiği görevleri, dil tutkusunu yaşatmak için işlerine dört elle sarılır. Fakültedeki dersleri sürerken Türk Ansiklopedisinin danışmanlığını da üstlenir. 1950’de DTCF’deki görevi sona erer, yalnızca TDK’ye ve ansiklopediye emek verir. Dilâçar’ın ortaya koyduğu görkemli yazılar, yapıtlar Türkçeyle ilgili çalışma yapanlar için sonsuza dek temel kaynak olacaktır. Yalnızca Dil, Diller ve Dilcilik adlı yapıtının bile aradan geçen bunca zamanda hâlâ bütün dilbilimcilerin temel kaynaklarından olduğu unutulmamalıdır. 
Dilaçar yıllar sonra Atatürk’ün tarih tezini eleştirenlere şöyle cevap verecekti:
“Atatürk’ün tarih anlayışı şovenist bir tarih anlayışı değildi. O, Batılıların Türklere karşı söyledikleri barbarlık tarihi yakıştırmasını şiddetle reddeder Türklerin medeniyetler kurmuş büyük bir ulus olduğunu kanıtlar. Türk Tarih Tezi budur. Bir ırkın öbür ırktan üstün olduğu iddiasında değildir. Kendini büyük görme hastalığı değildir. Milli kimliğine sahip olma, başka uluslardan kendini küçük görmeme ve kendini bulma anlayışıdır. Diğer bir deyimle Türk milletinin diğer milletlerden aşağı olmadığını tarih boyunca medeniyetler kurmuş bir ulus olduğunu ortaya koyan bir tarih anlayışıdır.” TDK’de birlikte çalıştığı genç dilciler onun ağzından şu tümceyi sıklıkla duymuştur: 
“Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim.” Yazık ki bu isteği gerçekleşmedi; 1979 yazında dinlenmek için gittiği İstanbul Büyükdere’de hastalandı. Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı ve 12 Eylül 1979’da 84 yaşındayken öldü.
Eylül 1979. Bir akşam TRT’nin ana haber bülteninde dilbilimci “Adil Açar”ın öldüğü haberi geçiyor. Türk diline katkılar yaptığı, Türk Dil Kurumu’nun eski başkanlarından olduğu bildirilen şahsı kimse tanıyamıyor. Ertesi sabah gazetelerden, ölen dilbilimcinin “Adil Açar” değil, “A. Dilaçar” olduğu anlaşılıyor: A nokta Dilaçar! TDK’nın ilanında ve tüm gazete haberlerinde adı böyle eksik veriliyor… Dilâçar’ın düşünceleri, yapıtları, dil ve yurtseverliği, Türkçeye ve devrime verdiği emek, bugün de hepimize örnek olmaktadır.  
Sonuç olarak; Konfüçyüs, dilin millet hayatında ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu şöyle belirtiyor: “Bir ülkeyi ele geçirmek isteyenler, önce dilini ele geçirirler. Bir milletin önce dilini geliştiririm. Dil düzgün olmayınca; söylenen, söylenmek istenen değildir. Söylenen; söylenmek istenen olmayınca, yapılması istenen yapılmadan kalır, yapılması gereken yapılmadan kalınca, töreler ve sanat geriler. Töreler ve sanat gerileyince, adalet yoldan çıkar. Adalet yoldan çıkınca, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı, söz başıboş bırakılmaz.”