RÖPORTAJ: GİZEM YILDIZ



Merhaba Tuncay Bey, bu sezon sizi “Damdaki Kemancı” oyununda izliyoruz. Broadway’de ilk sahnelendiği günden itibaren kapalı gişe oynayan, bundan 50 yıl önce de Cüneyt Göçer’in sahnelediği Damdaki Kemancı oyunu çok önemli kült eserlerden biri. Şuan ki bulunduğumuz konumdan Anatevka’da yaşanmış, geleneğin devrimle imtihanına nasıl bakıyorsunuz?

- 1905 Çarlık Rusya’sında yaşanan olaylar hem toplumsal açıdan hem de aile ilişkileri açısından çok zormuş. Bizim anlattığımız hikayede Anatevka isimli küçük bir köyde yaşayan Sütçü Tevye karakterinin anlatımıyla çekirdek aile kavramının ne kadar önemli olduğu bir kez daha gösteriliyor. Yaşadıkları çok sıkıntılı bir süreç, oradaki Yahudi toplumunun Çarlık Rusya'sı Tarafından sürgün edilmesiyle devam eden bir süreç ve bu süreçte onların aile ilişkileri, evlilikleri, kendi aralarındaki çekişmeleri ve kasabada yaşanılan, o harmanlaşmış ilişkilerin –ki çünkü sadece bir Yahudi toplumu yok. Ruslar var, Hıristiyanlar var; ve biz bu hikayede yaşanan bu olaylar örgüsünü aktarmaya çalışıyoruz .



Zorlu bir oyun, özellikle de ağır bir konusu var. siz de tecrübeli bir oyuncusunuz. Oyunun içindeki kendi rolünüzden bahseder misiniz?



- Ben Anatevka’daki önemli şahsiyetlerden birisi olan, Haham’ın oğlunu canlandırıyorum. Tevye’nin büyük kızıyla evlenmesi öngörülen bir genç . Oyunun odak noktası ilişkiler bazında gelişiyor, ama daha sonra devreye Kiev’den gelen bir öğrencinin girmesiyle beraber bu ilişki başka boyuta taşınıyor. Haham’ın oğlundan hoşlanan ve onunla ilgilenen Tevye’nin kızının bu kez duygularının, Kiev’den gelen ve Öğretmenlik yapan öğrenciye gönlünün kayması ekseninde ilerleyen bir olay örgüsü oluşuyor. Burada tarafların birbirlerine herhangi bir uç noktada kırgınlık ya da kızgınlıkları yok tabi ...



Yahudi bir ailenin yaşadığı dram, özellikle devrim zamanı gerçekleşen ve soy ayrımının bu denli zayıf olan tarafı yıprattığı bir dönemin içinde, zayıf olan tarafta yer almak ve ayakta kalmak bir başarı öyküsü mü çıkarır yoksa dram mı?



- Bir başarı öyküsü tabi ki çıkarmaz, çünkü ortada bir başarı öyküsü yok. Biz yaşanılan olayların dram yönünü seyirciye aksettiriyoruz. Bu dramın içerisinde, hayatın her aşamasında gördüğümüz bazı durum komedileri var, ama bu kesinlikle oyunun komedi olduğu algınsı yaratmıyor, çünkü hikayenin temel örgüsü dram.



Damdaki Kemancı müzikalinde Siyaset, devrim ve acı var. hikaye içinde hikaye... Peki aşk? Bunca imkansızlığın içinde günışığıyla filizlenen bir aşk yok mu?



- Var, hatta bir tane değil, o dönemde, ailenin içerisinde yaşanılan üç ilişki var. Tevye’nin beş kızı var ve bunlardan evlilik çağına yakın olan üç kızı ve bu üç kızının farklı karakterde ve farklı konumdaki erkeklere gönlünü kaptırmasından yola çıkan aşk hikayeleri var. bunlardan bir tanesi, çocukluğundan itibaren hep beraber yetiştirilmiş olan Terzi Motel ve Tzeitel’ın hikayesi. Bir diğeri, kızlardan Chava’nın Rus askeri Fyedka’ya gönlünü kaptırması ve bu bağlamda, oradaki göç unsurundan hemen önce alevlenen bir ilişki . Bir diğeri de, büyük kızı Hodel’ın  Perchik’e gönlünü kaptırma hikayesi. Üç tane aşk örgüsü var.





- Aşksız oyun veya yapım düşünülemiyor...



- Biz bunun üzerine üç tane yapınca, zaten kapalı gişe oynama başarısını göstermiş oluyoruz.



Gerçek bir devrim gelenekleri değiştirebilir mi?



- Güzel soru. Bizim oynadığımız müzikalde bu gelenekler değişiyor. Dolayısıyla cevabım evet olacak.





- Müzikal dışında baktığınız zaman?



- Bu dünya açısından da baktığımız zaman böyle. Sadece oynadığım oyun açısından bakmıyorum. Gerçek bir devrim gerçekten geleneklerin önüne geçebilir.



Tevye ve ailesi gibi kaç milyon insan var. bunların varlığını bilerek yaşıyoruz, sadece görüyoruz, biliyoruz.



- Çok zor bir durum ve yaşanılanlar çok ağır şeyler. İnsanların kolaylıkla kaldırabileceği olaylar değil.



Sizce Damdaki Kemancı’yı kült bir müzikal haline getiren, bu kadar sevilmesine neden olan fark nedir?



- Sıcak, samimi ve gerçek bir hikayeyi aktarıyor olması. İnsanlara gerçek bir hikaye aktarırsanız ve bunu yaparken de uyarlamasını yaşadığınız döneme düzgün bir şekilde uyarlayıp, bunu izleyiciye düzgün sahnelerseniz, bu gerçeklik izleyici tarafından takdir görecektir. Bizim en büyük başarımız, olayları doğru aktarmak ve bu sıcaklığı, ilişkiler arasındaki o samimiyeti, karakterlerin o iç enerjilerini düzgün bir şekilde sahneliyor olmamız.





38 kişilik dev bir kadro ile seyirci karşısına çıkıyorsunuz. Bu bütünü sağlamak zor olmuyor mu?



- Aslında bakarsanız teknik olarak zor. Bir yazım kadrosu ve çeviri kadrosu var onlar bu işin kalbi diyebilirim , teknik ekiple beraber 64 kişinin üzerinde bir kadromuz var. Total kadro ise tam 80 kişi.Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Türkiye’de ki özel tiyatrolar anlamında baktığımızda  en büyük prodüksiyona imza attık.



- İçinde bulunmanız sizin için mutluluk ve onur vericidir.



- Kesinlikle!





Şu sıralar çoğunlukla müzikal ile ilgilisiniz, ama kendinize vakit ayırdığınız zamanlarda nasıl bir Tuncay olursunuz? Nelerden hoşlanırsınız?



- Genelde kitap okurum, televizyon seyretmeye çalışırım. Onun haricinde evimden fazla dışarı çıkmam, evcil bir insanımdır. Ev temizliğine bazen kendimi çok fazla kaptırıyorum. Yemek yapmayı severim. Yani, evinde bir Tuncay var.



Sanata, oyunculuğa olan eğiliminiz nasıl başladı?



- Bu biraz komik bir başlangıç oldu, çünkü ben asker kökenliyim. 1995 yılında Silahlı Kuvvetler Bando Astsubayı olarak görev yaptım 2012 yılında istifa ederek, kedime single veya maxi single çıkarmayı düşünüyordum çünkü askeri bandoda çalışırken de caz orkestrasıyla genelde solistlik yaptım. Hedefim şarkıcı olmaktı. İki arkadaşımın beni yönlendirmesiyle, ki bu isimler tiyatral faaliyetlerin içinde olan arkadaşlarımdı , bir anda rüzgarın yönü değişti. Albüm kaydından vazgeçtik. Her şey bir anda tepe taklak yer değiştirdi. 2012 de kendimi tiyatro sahnesinde buldum.





- Siz bu yer değişikliğinden memnun musunuz?



- Ziyadesiyle memnunum.



- Sahne aşkınız ilk tiyatroyla değil, müzikle başladı...



- Benim ilk sahne alışım müzikle başladı. 7 yaşındayken babamın hediye ettiği mandolinle gerçi onu da kırdım fakat amatör olarak müzik hayatım başlamış oldu . 12 yaşındayken de profesyonel olarak sahne hayatım başladı.



Tiyatro oyuncusu olmakla, dizi-fil oyuncusu olmanın birbirini ayıran keskin bir çizgisi var mı?



- Var. Ben tiyatro oyunculuğunu daha böyle, ete kemiğe bürünmüş, daha canlı hisseden birisiyim. Performansınızı sahnelediğiniz zaman, karşınızdaki seyirciyle birebir bir etkileşim söz konusu. Dizi ve sinema oyunculuğunda ise mekanik bir düzen var. evet, prodüksiyon anlamında birçok değerli insanla tanışıyoruz çalışıyoruz fakat izleyici sizi mekanik olarak ekranda görüyor. İkisinin arasındaki haz alma oranı birbirinden çok çok uzak. Bence bu en net çizgidir.





Aslında sanatı yaşatabilmek için yine kendimizle, bizden olanlarla karşı karşıya gelmek toplumun değişmeyen geleneği diyebilir miyiz?



- Aynen öyle, çünkü sanatı oluşturan alt metinler, günlük yaşantımızdan çıkan şeyler. Günlük yaşantımızda bireyler olarak yaşadığımız hikayelerden çıkan sonuçları biz sahneye aktarıyoruz. Atmasyon veya tamamıyla kurgusal bir dünyanın içerisinde şeyler de yapılabilir, bunlar uç örneklerdir, ama geneline baktığınız zaman, hep yaşanmış, gerçek hayatlar üzerinden uyarlanan senaryolar var.



- Sinema daha bir uç noktalara gidebiliyor, ama özellikle tiyatro da yaşanmışlık ve uyarlama çok daha mevcut...



- Bu biraz da hayal dünyanıza kalmış bir şey.



- Sinema da olsa, tiyatro da olsa yaşanmış eseri popüler kılan Türkiye’de yine o yaşanmış eseri popüler kimlikli kişilerin yaşamış olması?



- Hikayeyi yaşayanlar aslında popüler insanlar olmayabilir.



- Özellikle sinemada, görünürlük olarak, göze aşina insanların hayatları ele alınıyor.



- Bunun yanında gişe filmleri ya da popüler kültüre hizmet eden öğelerin haricinde, kısa filmler ve sanat filmleri de var. Burada popüler ya da tanınmış kişilere ait bir yaşamın içerisinden çıkan hikayeler anlatılmıyor. Tam tersine, Trabzon’da dağın başında yaşayan bir bekçinin hayat hikayesini de görebiliyorsunuz. Ağrı’da iki çocuğuyla tek başına yaşamaya çalışan bire annenin hikayesini de görebiliyorsunuz. Popüler kültüre hizmet etmiyor, sıkıntu bu, ama hikaye bazında baktığınız zaman toplumun her kesiminden hikayeler alınıp, bunlar izleyiciye bir şekilde ulaştırılmaya çalışıyor. Bu, izleyici algısıyla oluşan bir şey. İzleyici kendini ne kadar geliştirirse, doygunluk oranını da o kadar arttırır. Araştırmacı, eleştirel izleyici, bu kez, bu sanatla uğraşan ve mesleği oyunculuk olan, yönetmenlik olan, senaristlik olan insanları da tetikler ve bu tetikleme sonucunda daha iyi hikayeler keşfedilir ya da keşfedilen hikaye daha iyi unsurlar içerek şekilde izleyiciye aktarılır.



Bu güzel sohbet için teşekkür ederim. Son olarak toplum kuralları, gelenekler, güçlü ideolojiler... Tüm bu baskının, bazen parçalanmışlığın; sanat, tiyatro, sinema, oyunculuk nerede kalıyor? Yani, onu yaşatmaya gücümüz yetiyor mu? Yetecek mi?



- Benim haddime değil benden önceki ablalarımın, abilerimin, kardeşlerimin, arkadaşlarımın –çünkü ben yeniyim. Bu uçsuz bucaksız bir deniz ve hepimiz öğrenerek bu denizin içerisinde yüzüyoruz- yaptıklarını, emeklerini görüyorum ve bunun bir sonu olmadığını söyleyebilirim. Her şeye rağmen! Gelenekten alıp modernizm’e götürebilirsiniz, devrimlerden alıp, üzerine başka devrimler ekleyebilirsiniz, insanların hayatına farklı dokunuşlar yapabilmek adına bir şeyler yaratabilirsiniz. Hedef, her zaman için, daha iyisini nasıl yaparım, izleyiciye daha iyi nasıl aktarabilirim yönünde olur. Ben bir şey izlemeye gittiğimde –bu sinema filmi de olsa, tiyatro oyunu da olsa- benim kalbime ve beynime hitap etmesi lazım. Hem zihnimde kalması lazım hem de gönlümde yer edilmesi lazım. Oyuncu olarak bizim bu etkiyi en iyi şekilde seyirciye vermemiz gerekiyor. Ne kadar reel unsurlar içeren hikayeler anlatırsanız ve bunu doğru anlatırsanız başarılı olursunuz bizim işin kuralı da bu işte .