Uludağ eteklerini yaymış, şişman ve yaşlı bir gelin gibi oturuyordu şehrin başucunda. Binlerce gri bina bu etekler üzerinde sanki kayboluyordu. O gün

Uludağ eteklerini yaymış, şişman ve yaşlı bir gelin gibi oturuyordu şehrin başucunda. Binlerce gri bina bu etekler üzerinde sanki kayboluyordu. O gün yağmur vardı şehirde, belediye otobüslerinin içi hınca hınç doluydu. Duru da bu otobüslerden birinde evine doğru yol alıyordu. Otobüsün içi her zamanki gibi pis kokuyordu. Ceketlere sinmiş sigara kokusu, birkaç kişinin soğan sarımsak kokusu, ‘yıkanmayı unutmuş’ insanların ter kokuları...
Kapının yanındaki demire tutunan yaşlı kadın boğuk bir sesle “Camı açar mısın evladım!” dediyse de bu isteğe karşı eylem hiçbir evlat tarafından gerçekleştirilmedi. Tabi bu talebi duymazdan gelenlerin planlı bir sebebi vardı; biraz evvel kadına yer vermemişlerdi bu yüzden göz teması dahil her türlü iletişimden uzak durmaya çalışıyorlardı. Her gün yaptıkları gibi, otobüste mümkün olduğunca fazla oturup okula gitmeyi hedefliyorlardı. Duru sönük gözlerle askıya tutunan bileğine uzunca baktı, saatinin işleyişini takip ediyordu. Bulunduğu ortamın ruh köreltici etkisinden uzaklaşmak için renkli hayaller kurmaya çalışıyordu. Aslında mutluydu, çünkü yağmuru çok seviyordu. Sık sık böyle hayallere dalar, yaşıtlarına göre daha az güler ve hep daha az konuşurdu. Bu halet-i ruhiyenin sebebi evde hiç görülmeyen huzur ortamıydı. Üniversiteyi kazanana dek çıkan bütün tartışmaların ‘özürü’ sınav stresi adı altına girmişti. Ne yazık ki üniversite hayatı başladıktan sonra da aynı huzursuzluk devam etmişti. Evi onun mezarı gibiydi. Bazen tüm aile ile herhangi bir şeye beraber güldüğünde, kendini suç işlemiş gibi hissediyordu. Ebeveynler arasındaki kavga onu da ev içinde saygısız bir kız yapmıştı. Daha kötüsü bu yaşananlar zamanla kendisine olan saygısını yitirmesine sebep olmuştu. Sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmiş değildi henüz. Kendisine köpek gibi davranan birkaç manasız adamı hayatına sevgili diye almıştı. Tabii ki her manasız adamın yaptığı gibi onlar da her şeyi daha da beter etmekten başka bir işe yaramamışlardı.
Yaşadığımız olaylar karakterlerimize birinci dereceden yön veren şeylerdir ancak Allah’ın özümüze üflediği ruh yok mu? Aslında o neyse biz oyuzdur işte. Duru’da da aynı durum geçerliydi. İçinde tertemiz bir ışık barındırdığını hissediyordu. Henüz kimseyi aydınlatmamış, kimsenin gölgesinden sorumlu olmayan taze bir aydınlık...
Tommy marka saatine (Bu saati doğum gününde arkadaşları aralarında para toplayıp almışlardı ona, bu yüzden hiç çıkarmazdı bileğinden.) uzunca baktıktan sonra, “4 mart” dedi içinden...Tam o sırada otobüs Emirsultan Camii’nin orada durdu. Evine iki durak daha olmasına rağmen, kendini araçtan inenler ile birlikte dışarı attı Duru. Bursa’da yaşayanlar veya ziyaret edenler bilirler, Emirsultan’ın bahçesindeki kutsal manzarayı. Camii tepede yer aldığı için ovadan başlayıp ayaklarına kadar uzanan evleri görürsün. Bu güzel manzaraya bakarken küçük bir tepe fark edersin apartmanların arasında. Yeşil kavaklar içinde Beyazıt Camii gizler kendini. Bulunduğun yerden on merdiven inecek olsan Zeki Müren dinlenmektedir ebedi uykusunda. Duru’nun burayı seviyor olmasının sebepleri de bunlardı. Uzak ve yakın geçmişi bir arada buluyordu. Geçmişini düşünüp geleceği hayal ediyordu. Ama bugün bilmediği bir şey vardı. Bu güzelim bahçe ona birazdan gerçek bir gelecek sunacaktı.
Koşar adımlarla otobüs durağından uzaklaştı. Yağmur hafif atıyordu. Manzaraya dönük banklardan birine, altına kitaplarını koyup oturdu. Uzaklara daldı. Çok geçmeden ilkokul çağlarında, sırılsıklam bir çocuk elinde sallanan muskaları aniden Duru’ya uzattı.
“Bir lira abla !”
Duru çocuğun masumiyetine öyle dalmıştı ki cevap veremedi. Aynı anda tok bir erkek sesi duyuldu.
“Gelir misin abicim.”
Sesin sahibi; Duru’nun otururken farkına varmadığı, yan bankta bacak bacak üstüne atmış olan Baran’dı. O da sırılsıklamdı; muskacı çocuk, şehir ve Duru gibi. Çocuk bu kez muskaları ona uzattı.
“Geçen hafta hepsini almıştın ama...”
Baran sol elini, ağırdan yana doğru savurdu. (Konuşurken ellerini çok kullanırdı.)
“Karıştırma onu. Hem sen hani sadece o gün satıyordun?”
“Kuran kursundaki ablalar verdi yine.”
“Anladım, al güzelim.”
Paltosunun cebinden çıkardığı parayı saymadan çocuğun yeleğinin cebine soktu.
“Geçen haftakileri naptın abi?”
Baranın cevabı biraz gecikince sessizlik oldu. Duru bir anda,
“Adın ne senin?” dedi çocuğa.
Çocuk ve Baran aynı anda cevap verdi.
“Sefa-Baran!”
Üçü de birbirlerine baktılar. Duru kısa bir kahkaha patlattı. Çocuk da neşeyle güldü. Baran sadece tebessüm etmişti. Bakışları o kadar keskindi ki sanki gülse hiç yakışmayacaktı. Ama bu çirkin bir ciddiyet değildi. ‘Karizma’ kelimesinin anlam bulduğu bir duruşa sahipti. Muskacı çocuk kahkahasını kesmeden, “Abi ben gideyim.” deyip zıplayarak uzaklaştı. Baran ve Duru istemeden bir saniyeliğine göz göze geldiler. Hemen ardından manzaraya döndüler.
O bir saniye... Başlayan ama bitmeyen, yağmur damlalarının yer yüzüne düşmediği bir saniye... Bulutların fokurdayıp tüm şimşeklerini Baran’a çaktığı bir saniye... Duru’nun ince uzun ellerini kuzey buzullarına gömen bir saniye...
Öylesine derin bir sessizlik başlamıştı ki sustukça suçlu olacaklardı sanki. Sessiz duran en büyük günahı işleyecek gibiydi. Duru parmaklarını kızıl saçlarına doladı, hilal çenesine gerim gerim bir gülücük katarak,
“Muskaları sana vermeyi unuttu” dedi.
“Haftaya verir!”
Baran’ın cevabı başından savarcasınaydı. Bunu telaşla istem dışı yapmıştı, ne düşünmeye ne de konuşmaya nefesi yetiyor gibiydi. Oysa Baran diksiyonu iyi biriydi, yaşına göre olgun konuşmalar yapar boş muhabbeti sevmezdi. Zaten bir tane bile kendi yaşında arkadaşı yoktu. Görüştüğü herkes yaşça ondan büyüktü. Ah etti içinden ‘ulan kibar ol, bir şey söyle şimdi’. Elini göğe yöneltti.
“Yağmuru çok seviyorsun anlaşılan!”
Ses tonunu iyi ayarlamıştı ama kelimeleri birbirine sokmuştu bu sefer de. Duru gözlerini kısarak cevap verdi.
“Anlamadım, özür dilerim?”
“Yağmuru seviyor olmalısın diyorum.”
“Evet,” dedi Duru dudaklarının kenarlarına hafif bir kıvrım ekleyerek “ıslanıyor olmam kanıtı değil mi ?”
İkisi de mimiklerine daha hakimdiler artık, gözlerinin içlerine bakarak gülümsediler bu cevaba karşı. Duru devam etti,
“Sen de buraya sık sık geliyorsun galiba.”
“Hayır, sadece geçen hafta ve bugün.”
“Ben hep geliyorum, özellikle...”
Telefonun çalmasıyla sözü yarım kaldı, telefonuna bakıp kaşlarını çatıldı. Meşgule verip cebine geri koyduktan sonra,
“Gitmem gerekiyor.” diyerek hışımla kalktı. Baran’ın bakışları da ciddileşti,
“Her şey yolunda mı?”
“Bir şey yok, adım Duru bu arada. Memnun oldum!”
“Memnun oldum...”
Duru birkaç saniyede gözden kayboldu. Baran dudaklarını sıkıp homurdanmaya başladı.
-Bir daha nasıl göreceğim?
-Neden numarasını almadım.
-Ağzına sıçayım Baran ağzına.
-Kötü bir haber aldı herhalde. O an numara soramazdım ki.
-Ulan ne kötü haberi telefonu bile açmadı.
-Erkek arkadaşı aradı herhalde...
-Hadi be!
Birden şehir, gökyüzü, kavak ağaçları... Her şey silinip gitmişti. Sanki Duru ile bakıştığı o anlar annesinin yüzüne güldüğü hatıralar ile yan yana gelmişti. Saflığı, şefkati yalnızca annesini hatırlamaya çalışarak bulabiliyordu normalde. Ama bu çizgi gözlü, kızıl saçlı kız, hayallerin ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi. Unuttuğu duygular onun gülüşünde can bulmuştu sanki.



ERDEM GÜLER
(Haftaya devam edecek...)