BÖLÜM 7 Hikayenin kalan kısmını ben anlatmak istiyorum... Yazarın bahsetmediği yüzlerce detay v

BÖLÜM 7

Hikayenin kalan kısmını ben anlatmak istiyorum... Yazarın bahsetmediği yüzlerce detay var onunla ilgili. Muhtemelen bilerek anlatmıyor; sürekli siyah giydiğini, ayakkabılarına ve saçlarına hiç önem vermediğini(bakımsızlıktan söz etmiyorum, saçlarınla saatlerce uğraşan kızlara göre onun sadece taraktan geçmiş saçları binlerce kat daha alımlıdır. Uzaktan salınıp geldiğinde başını hafifçe kaldırıp, kaşlarının altından bakardı yüzüme, saçları bakışlarıyla aynı anda duruverirdi o saniye, nasıl anlatsam bilemedim, hani kışın donan şelaleler vardır ya, zamanın durduğunu hissettirir size... öyle bir şey işte) o konuşurken başka bir yöne baktığınızda anlattığı şeyi yarıda kesip yalvarsan bile asla devam etmediğini...He bir de yazar anlatamadı mesela yürürken ki endamını. Sanki askeri bir bando peşinden eşlik ediyormuşçasına; dimdik, senkronize, emin ve bir o kadar endişeli adımlar attığını. ( Savaşa yürüyen askerler her zaman başlarına gelecekleri bilir, o yüzden cesur ve endişeli bakmayı aynı anda başarabilirler) Kimseyi suçlamayın onu doğru dürüst anlatamadı diye. Muhakkak ki yazar burada umutlarla dolu bir başlangıcın sonuna gelen karanlık noktaları anlatmaya korkmuş. Dediğim gibi kimsenin suçu değil olanlar. Yani bir açıklama beklemeyin.

Bilirsiniz, bazı şeyler açıklandığı gibi değil anlaşıldığı gibi kalmalı...

Yine de anlatacağım.

Her gün sabah erkenden kalkıyorum. Sabah ezanının sesini dinleyip mutfağa gidiyorum. Aslında bu cümledeki kadar hızlı gerçekleşmiyor. Ezanın sesi tüylerimi ürpertiyor, bir önceki sabaha göre asla alçalmayan bir ürpertiyle hem de... Sonra üşüdüğüm pencerenin önünde bir süre daha duruyorum, parmaklarımı izleyerek. Tırnaklarımın kenarlarındaki yenilmiş deri parçalarını süzüyorum. Derinin altındaki etin rengi nerdeyse gözüküyor, yer yer kanamış halde. Mutfak diyordum sahi, mutfağa gittiğimde limon alıyorum dolaptan kesip birkaç damla bardağa sıkıyorum, biraz da su koyup birden içiyorum. O hep bunu öğütlerdi bana. Dolabımda onlarca limon var. O limonu çok severdi, eminim bunu yeni öğrendiniz. Limonların bozulmamasına dikkat ediyorum tabii, eskimeye başlayanları alıp sokağın köşesindeki kıraathaneye veriyorum. Muammer abi onları küp küp dilimliyor ve sonra bizim limonlar kuyumcu Turhan'ın müşterisine ikram ettiği adaçayının yanında tüketiliveriyor, diyafondan cızırtıyla gelen “bir çiçek, iki adaçayı” talebi ile...

Limonlu suyumu içtikten sonra açık bıraktığım pencereye geri dönüyorum. Bazı sabahlar bu saatlerde onu ne çok sevdiğimi mesajla yazıp uykuya daldığım zamanlar geliyor aklıma. Ağlıyorum... Bazı sabahlar o tir tir üşüdüğüm pencerenin önünde uzunca ağlıyorum. Epey bir zayıfladım, dik duruşum yerini kambura bıraktı. Uzun zamandır hiç alışveriş yapmadım. Artık kim için iyi görüneceğim, ne için sağlıklı olacağım bilmiyorum ! Limonlu suyumu içip pencerenin önünde bir müddet daha durduktan sonra yatağa uzanıyorum tekrar. Bazen ağlarken uykuya dalıyorum, bazen gözlerim tavanda düşünürken... Yorgun hissediyorum, çok yorgun. Uyku bir uyuşturucu gibi, başladıktan sonra bazen kabuslar gösteriyor, bazen güzel düşler. Ama işte her uyuşturucu gibi geri döndüğümde yani uyandığımda, sanki bir dalgaya karışmışım da boğuluyormuşum hissi veren göğsümdeki baskı ve kulağımdaki derin uğultuyla kalkıyorum. Gün bu şekilde başlıyor. Eski evimde değilim. Aslında teorik olarak eski evimdeyim. Yani büyüdüğüm o evde. Annemin cenazesinin kalktığı evde. Babamın uyurken can verdiği evde. Neden buradayım ? Duru'nun hatıralarıyla dolu olan Tahtakale'deki evde duramadım. Duramazdım... Onun kapıdan girişi geldi hep gözümün önüne, hani saçları dökülürdü ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken, omuzlarından aşağı... Bir yandan çantasını tutmaya çalışırdı ve çoğu kez tutmaktan vazgeçer atardı kapının eşiğine. Öyle eğilik dururken boynuna kokusu birikirdi, ayakkabılarını çıkardığı an doğrulurdu aniden, o koku 'Ya Rabbim!' vururdu burnuma. Ciğerlerimin katiliydi o koku. Sarılırdı sonra bana. “Naber!” derdi şımarık çocuksu bir sesle. Susardık ahşap kapının önünde, susar sarılırdık öylece.