"Yolsuzlukla-Yoksullukla-Yasaklarla mücadele’’ Ülkemizin siyaset sahnesine çıktıklarında; biz ‘milli görüş hareketinin parçası değiliz’ diy

"Yolsuzlukla-Yoksullukla-Yasaklarla mücadele’’
Ülkemizin siyaset sahnesine çıktıklarında; biz ‘milli görüş hareketinin parçası değiliz’ diyerek, kendilerini ‘yenilikçi milli muhafazakâr’ olarak tanımlayan yol arkadaşlarının, halkımıza vermiş olduğu tırnak içerisine almış olduğum o üç söz çok önemliydi…
Bu üç söz:
Ya, geçmişte özellikle koalisyon dönemlerinde bu konularda çok sıkıntılar yaşamış ülkemizin geleceğinde, başarı kapılarının giriş anahtarı olacaktı;
Ya da, bu yolların giriş kapısından geçerek yola çıkanların; bu hedeflere mi, yoksa amaçladıkları kendi hedeflerine ulaşmak için mi bu sözleri verdiklerini, sonraki yıllarda anlaşılacaktı!
17 Kasım 2002 tarihinden sonra ülkemizin yenilenen siyasi yapısının uygulamalarında önemli, çarpıcı ve başarılı gelişmeler yaşanırken; gerek ülke çapında, gerekse uluslararası ilişkilerimizde büyük bir değişim-dönüşüm süreci de başlamıştı…
Türkiye’nin jeostratejik – jeopolitik, tarihsel önemi; üç kıtayı birbirine bağlayan konumu, genç nüfusu, zengin yer altı ve yerüstü kaynakları, hala bakir coğrafi zenginlikleri ve en nihayetinde Ortadoğu coğrafyasındaki yapısal değerleri de, dikkate alındığında yurdumuz; uluslararası sermayenin, emperyalist güçlerin en çok ilgi alanı içerisine giren ülkelerin başında geliyordu…
İşte bundan 14 yıl önce başlayan yaşanmışlıkların tüm kurgusu bu gerçeklerin üzerine inşa edildi…
Ülkemizin yönetimini devralanlar; öncelikle uluslararası sermayenin gücünü, o gücün sıcak para yatırımlarını da arkalarına alarak işe başladılar.
Bir de 17 Aralık 2004’te AB zirvesinde alınan kararla, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB’ye katılım müzakereleri, iş başındaki AKP hükümetinin en büyük başarısı olarak görülmüştü.
Ve sonrasında AB müktesebatına uyum yasaları adı altında T.B.M.M’den peş, peşe pek çok yasa hayata geçmeye başladı…
Bu sürecin başlamasıyla birlikte; ülkemizin en değerli öz kaynakları, hazır sanayi, enerji üretim tesisleri, bankalar, sigorta şirketleri, yer altı ve doğal kaynakları, kısacası ülkemizde ne kadar karlı tesis varsa; mevcut hükümet tarafından özelleştirme adı altında ağırlıklı olarak yabancı ve yabancı ortaklı yerli şirketlere satıldı.
Bu satışlar sırasında; cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra o mucizevî kalkınma döneminde öne çıkan, onca yoksulluğumuza rağmen öz kaynaklarımızın kullanımıyla ortaya çıkarılan, emek verilen pek çok tesis; özelleştirme yoluyla satış kapsamına alınmıştı…
Hiç tereddüt edilmeden satıldılar. Millilik vasfıymış, toplumsal değerimizmiş, burada çalışan on binlerce emekçinin, memurun haklarıymış bunların hiçbirisi göz önüne alınmadı..!
Zaten, ülkemizin bakir doğal kaynakları, her alanda pazarlamaya hazır üretim kaynaklarımız, ülkemizin genç nüfusunun saçmış oluğu enerji; küresel sermayenin çoktan ağzını sulandırmıştı!
Emperyalist sermaye, böylesine güzel fırsatı kaçırır mıydı?
İşte tam bu noktada yeni bir dönem başladı! Özellikle halkımızın bu yeni döneme uyum sağlayabilmesi; hem iktidarda olanlar, hem de ülkemize gelen yabancı sermaye için çok önemliydi…
Bunu sağlamanın en önemli aracı yazılı ve görsel medyanın kullanılmasıydı.
Çok da güzel kullanıldı!
Sonraları ‘havuz medyası’ diye anılan bu ortamda yazanlar, açık oturumlarda konuşanların neredeyse tamamı iktidarın bu yenilikçi-dönüşüm hamlesine alkış tutuyorlardı. Bu süreç, belki de ülkemizde gerçekleştirilen en çarpıcı algı operasyonuyla yürütülmüştü…
Ya dış politikada neler yaşanmıştı?
AB ile müzakerelerin başlamasının en temel şartı, uyum yasalarının yanı sıra; dış ilişkiler bölümünde, ‘’komşularla sıfır sorun’’ yazılı olmasıydı…
Böylece 1950’li yıllardan, 65 yıl sonra ilk kez ‘’Kıbrıs konusunda, AB’ye giden yolda tavizler verilebilir’’ beyanları duyulmaya başladı!
Kıbrıs adası stratejik konumu, çevresindeki hidrokarbon ve petrol yatakları nedeniyle uluslararası aktörler için çok önemliydi, bu ada bir an önce ait olduğu yere, Hıristiyan âlemine teslim edilmeliydi!
Ama ata yadigârımız bu ada; hem adada yaşayan Kıbrıs Türk Halkı, hem de Türkiye için de çok önemliydi, o nedenle adadaki tarihsel ve hukuksal kazanımlarımızdan vazgeçilmemeliydi…
Ancak hiçbir şekilde Kıbrıs müzakereleri içinde bulunmaması gereken AB, bu sürece dâhil oldu, ne yazık ki, Kıbrıs konusu ‘çözde gel’ dayatmasıyla Türkiye’nin önüne konulan en önemli engel konumuna sokuldu!
Sonrası yıllar gerek ülkemizin iç politikasında, gerekse dış politikalarımızda, geleceğimizi etkileyen pek çok önemli gelişmeleri hep birlikte yaşadık…
İç politikada:
AB süreciyle başlayan değişim döneminin, dış sermaye desteğiyle yaşanan parlak bir ekonomi sürecinin iç barışı da parlatsın düşüncesiyle tercih edilen:
Ülkemizde çıbanbaşı haline gelen, güney doğu illerimizde uzun yıllardır devam eden PKK terör belasının önlenmesi, ‘Kürt sorununun çözülmesi’ için geliştirilen kimi politikalar, analar ağlamasın düşüncesiyle başlayan ‘çözüm süreci’,’bebek katili Öcalan’la’ yürütülen pazarlıklar, ‘Dolmabahçe mutabakatı’ derken; çözüm politikasından, PKK belasının şehirlerimizde kazmış olduğu hendeklerde yok edilmesi politikasına dönüştü…
2007 yılında aniden başlayan;
Ergenekon, Balyoz davaları olarak anılan aslı, astarı olmayan, akla hayale gelmeyecek iftiralarla T.S.K’nın en üst kademesi de dâhil olmak üzere yüzlerce general, amiral, subay astsubay, sivil memur, gazeteci, yazar, iş adamı, v.d kesimlerden pek çok yurttaşın yargılandığı akla ziyan bir zulüm sürecinin oluşturulması yaşandı…
Ama sonucunda adaletin yerini bularak, hepsinin bu davalardan aklanması, bu defa da; bu suçsuz, günahsız insanları türlü hukuksuzluklarla yargılayanların yurt dışına kaçmasıyla başlayan bir süreç geldi…
Sonrasında ise; ülkemizde, yurt dışında adeta zehirli bir örümcek ağı gibi her yanımızı sarmaya başlayan ‘Gülen hareketiyle’, ‘paralel yapıyla’ yol ayrımına gelinmesi, bu hareketin ‘FTÖ’ olarak anılması, bu harekette görev alan herkim varsa suçlu sandalyesinde yerini alması;
Giderek gerilen bir toplum, bu gerginlikten nemalananlar, tüm siyasal partilerimizin açıklamalarında sertleşen bir siyasi üslup, inanç ve görüş farklılıklarının giderek ayrışması, birlik ve beraberliğimiz üzerine oynanan iç ve dış senaryolu oyunlar;
‘Gezi Parkı Olayları’,’17/25 Aralık süreci ardından yaşanan tutuklamalar. Seçimler, seçimler, ‘yeni Türkiye’, ‘yeni anayasa’, ‘başkanlık sistemi’ başlıklarıyla geçen upuzun yıllar;
2016 Haziran’ından buyana ülkemizin yaşadığı çalkantılı bir iç politika, giderek artan büyük bir terör belasıyla yaşadığımız onca acı; asker, polis, sivil demeden verdiğimiz yüzlerce şehit;
PKK ve IŞİD menşeyli alçakça saldırılar, uluslararası terörün acımasız, kahpe yüzüyle karşı karşıya kalışımız;
Ama yaşanan bu ihanet odaklı alçaklıkların; ülkemizin bütünlüğünde en ufak bir gedik dahi açamaması, Türk Milletinin çelikleşmiş iradesi karşısında her defasında bozguna uğramasıyla sonlanması.
Dış politikada:
Amerika’nın ikiz kulelerin vurulmasıyla uygulamaya koyduğu BOP kapsamında Irak ve Libya’daki diktatörlükleri yerle bir etmesi;
Bu süreçte milyonlarca Müslüman’ın sivil, kadın, çocuk ayrımı yapılmadan Amerikan uçaklarının yapmış olduğu hava bombardımanlarıyla ölmesi, sakat kalması; Amerikalı Conilerin bu ülke insanlarına yaptıkları zulmün, bu insanlık dramının TV’lerden hep birlikte izlenildiği bir dönem;
Ve sonrasında Ortadoğu’da Amerika’nın başlatmış olduğu ‘Arap Baharı’ ve USA patentli bu baharın bu coğrafyada mevcut ülkelere yeni ama Amerika’ya biat etmiş yönetimlerin iktidara taşınması;
İsrail uçaklarının bombardımanlarıyla Filistin’de Gazze’de yaşanan insanlık dramı…
Sınırlarımıza komşu ülkelerde böylesine önemli gelişmeler yaşanırken; Atatürk’ün bize emaneti olan, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ politikamızın terk edilişiyle birlikte; ‘Mısır’la, İran’la, İsrail’le ve en nihayetinde Suriye ile olan ilişkilerimizin bozulması dış ilişkilerimizde ‘derin stratejilerden’, ‘derin yalnızlığa’ geçişimiz; IŞİD kelle avcılarının sınırlarımıza kadar gelişi;
Suriye’de yaşanan iç savaşa müdahil olan Rusya’nın uçağının sınırlarımızı ihlali nedeniyle düşürmemizle birlikte dış ilişkilerimizde gelinen son nokta…
Geçtiğimiz günlerde dış politikada yaşadığımız bu derin yalnızlıktan vazgeçilmiş bir süreç yaşanmaya başlanmış, Rusya ve İsrail’le ilişkilerimiz düzelme sürecine girmiştir.
Büyük bir ihtimalle gelecek yıllar; Mısır’la, Suriye ile olan ilişkilerimizi de olumlu bir sürece oturtacaktır.
Ülkemizin dış dünya ile kurmuş olduğu iyi ilişkilerin ülkemize kazandıracağı çok önemli kazanımların ön planda olması milletimizin menfaati gereğidir. Ülkemizi yönetenlerin vermiş olduğu mesajlar da, bu yöndedir…
Önümüzdeki dönemde ülkemizin dış ilişkilerinin iyi yönetilmesinin, komşularımızla ilişkilerimizin düzelmesinin özellikle ekonomik alanda bize büyük kazançlar sağlayacağı kesindir.
Ardımızda kalan 14 yıla baktığımızda ülke yönetiminde görev alanların ortaya koymuş olduğu politikalar; günü gelmiş pek çok kereler terk edilmiş, farklı boyutlara geçmiş, ani ‘u’ dönüşleri yaşanmıştır…
Uygulanan bu ‘u’ dönüşlü politikaların ülkemize neler kazandırdığını, ya da kaybettirdiğini, tarih sayfaları mutlak surette sorgulayacaktır.
Ve işte o zaman herkes tarihin şaşmaz adaletinde hak ettiği yeri mutlak surette alacaktır.
Kimilerinin adı tarihin çöplüğünde, kimilerin ki ise; Türk milletinin gönlünde yazılı kalacaktır…