Birinci Dünya Savaşı’nın ardından geniş Osmanlı İmparatorluğu toprakları harbi kazanan devletler tarafından yağmalandı. İmparatorluğun başşeh

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından geniş Osmanlı İmparatorluğu toprakları harbi kazanan devletler tarafından yağmalandı. İmparatorluğun başşehri İstanbul 13 Kasım 1918 – 6 Ekim 1923 tarihleri arasındaki beş sene boyunca işgal altında kaldı. Galip devletler, özellikle de İngilizler haritayı önlerine koydular, cetveli ellerine aldılar ve bu coğrafyayı irili ufaklı devlet ve devletçiklere böldüler. Başlarına da her dediklerini yapacak, sözlerinden çıkmayacak kukla liderler koydular. Bize de devlet olarak hukuki geçerliliğini Lozan Sulh Muahedenamesinden alan bugünkü topraklarımızı bıraktılar.
28 Ekim 1922'de Lozan'da toplanan barış konferansındaki görüşmeler sonrasında düzenlenen metin, 24 Temmuz 1923’te imzaya açılmasına rağmen İngiltere bu antlaşmayı uzun müddet imzalamamış, Saltanattan sonra Halifeliğin de kaldırılmasını beklemiştir. Nihayet 6 Mart 1924’te TBMM’de çıkarılan bir kanunla Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedan üyelerinin kundaktaki bebeklerine kadar yurt dışına sürülmesinden sonra 16 Temmuz 1924 tarihinde imzalamış ve antlaşma, tüm tarafların onaylarına dair belgeler resmî olarak Paris'e iletildikten sonra ancak 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girmiştir.

HAMİSİZ BIRAKILAN MÜSLÜMANLAR
Osmanlı bakiyesi topraklarda sözde bağımsızlığını kazanan, ama gerçekte İngiliz’in, Fransız’ın veya İtalyan’ın sömürgesi haline gelen bu devletçikler, aradan geçen yüz sene boyunca iflah olmadı. Batılı, sömürgeci Hristiyan devletler, kendilerini koruyacak güçlü, Müslüman bir hami devleti bulunmayan ve dünya Müslümanlarını bir sözü ile harekete geçirecek Halife’den de mahrum bırakılan bu uydu devletlerle kedinin fare ile oynadığı gibi oynadılar. Liderlerini istedikleri gibi değiştirdiler, petrol ve doğal gaz gibi kaynaklarını alabildiğine sömürdüler. Bu da yetmedi, yıllar sonra kendi başına kararlar almaya yeltenen Irak gibi ülkelerde karışıklık çıkartarak bölgeyi kan gölüne çevirdiler. Kuzey Afrika ülkelerinde Arap Baharı fitnesini çıkararak mevcut liderlerini alaşağı ettirdiler ve yeniden istikrarsız hâle getirdiler. Yörüngelerinden çıkmaya yeltenen liderler ya öldürüldü ya da hapse atıldı. Bu ülkelerdeki yeni yönetimlere, yörüngeden çıkmanın bedelinin ne olacağı uygulamalı olarak veciz bir şekilde anlatıldı.

ŞİMDİ SIRA TÜRKİYE’DE Mİ?
Avrupa ve Amerika’nın, Batı ve Amerikan değerleri olarak tanımladıkları ve propagandasını çok iyi yaptıkları insan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar konusunda son derece iki yüzlü oldukları ve hiç sıkılmadan çifte standart uyguladıkları artık gün gibi aşikârdır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, tarihî kökleri olmayan, varlığını insanları zincirlere vurup çalıştırmaya, ülkeleri işgal edip sömürmeye borçlu bir ülke olarak büyüklüğünü sürekli dünyaya zorbalıkla ispat etmeye çalışmaktadır. Bu görüntüsüyle de müttefiklerine karşı bile “güvenilmez” bir ülke sıfatını gittikçe derinleştirmektedir. Nitekim 1960’lı yıllarda Amerika’da Malcolm X şöyle sesleniyordu: “Benim gördüğüm Amerikan rüyası değil, Amerikan kâbusudur!” Bugün bu kâbusun bütün dünyaya yayıldığını yaşayarak görmekteyiz.
Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da istikrarın yerle bir edilmesinden sonra sıranın Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor. Özellikle 15 yıldan beri Batı ve ABD’nin yörüngesinden çıkma ve kendi başına karar alma eğilimi gösteren son Türk devleti, onlar için artık gerçek bir tehdit hâline geldi. Bu gerçeği Almanya’nın başını çektiği bazı Avrupa ülkeleri zaten hiç gizlemiyor ve her fırsatta devletimize aleni olarak düşmanlık yapmaktan geri durmuyorlar.

ŞEYTANCA SENARYOLAR
Devletimizin güçlenmesini önlemek için ülkemizde 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi ile zirveye çıkarılan iç karışıklıklar silsilesi de istenen sonucu vermeyince derhâl başka senaryolar sahneye kondu.
ABD, yüzbinlerce insanın öldüğü ve yaralandığı, milyonlarcasının evini terk edip çeşitli ülkelerde sığınmacı durumuna düştüğü Suriye’deki savaşa 7 seneden beri neredeyse seyirci kaldıktan sonra, bölgede istikrarı sağlamak için çareyi Türkiye gibi güçlü bir devlet yerine bir takım terör örgütleriyle iş birliği yapmakta buldu. Sözüm ona Suriye’yi DEAŞ’tan temizlemek için PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD ve YPG unsurlarını binlerce TIR dolusu ağır silahla donattı. Hâlbuki daha önce Afganistan’ın harap olmasına yol açan El Kaide’den türeyen DEAŞ terör örgütü, Suriye’deki sorunun sebebi değil sonucudur. Savaştan evvel 22 milyon nüfusa sahip bir ülkenin, sayıları 10 bin civarında olduğu tahmin edilen DEAŞ mensubu yabancı savaşçılardan 6 yılı aşkın süredir arındırılamamasını kabul etmek mümkün mü? Maksat son yıllarda başını kaldırmaya yeltenen Türkiye’ye ayar vermek. 920 kilometrelik Suriye sınırımızın hemen güneyinde uydu Kürt devletçikleri oluşturmak ve Türkiye’nin güvenliğini daima tehdit altında bulundurmak. Böylece enerjimizi sanayi ve teknolojide gelişme yerine başımıza sarılması planlanan bu belalarla uğraşmaya harcatmak.
Suriye sınırımızda gerçekleştirilmesi planlanan bu hain emeller de kâfi gelmemekte, Irak sınırımızda da kumpas kurulmaktadır. Bugüne kadar Bağdat’taki merkezî yönetimle aramızın gerilmesi pahasına iyi ilişkileri sürdürdüğümüz Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY), Bağdat’ın yanı sıra özellikle de komşuları olarak Türkiye ve İran’ın şiddetle karşı çıkmasına rağmen 25 Eylül 2017 tarihinde bağımsızlık referandumu yaptı. ABD de önce yarım ağızla söz konusu referanduma karşı olduğunu bildirmesine rağmen şimdi bize IKBY ile ilişkilerimizi düzeltmemizi tavsiye etmektedir. Çünkü amaç, Suriye sınırımızda olduğu gibi Irak sınırımızda da bir uydu devletle kuşatılmamızdır. Bunun altyapısı kademe kademe hazırlanmaktadır.

CUMHURBAŞKANI’NIN SON AÇIKLAMALARI
Devletimizin aleyhine şeytanca planların uygulamaya konduğu bu nazik ortamda, idarecilerimizin, binlerce yıllık devlet geleneğinin günümüzdeki temsilcisi ve bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan son Türk devletine yakışır biçimde davranmaları yüreğimize su serpiyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Ekim 2017 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 26’ncı Dönem, 3’üncü Yasama Yılı’nın açılışında yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Kadim devletlerin dahi varlıklarını korumakta zorlandıkları bir kaotik dönemde, bölgesel bir yapının bağımsızlık iddiası, başka güçlerin oyuncağı olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Sınırlarımızın hemen yanı başında, hem Irak halkı, hem de Türkiye başta olmak üzere çevre ülkeler için daimî tehdit oluşturacak bir fitne kuyusunun kazılmasına göz yumamayız.
Hele hele uluslararası toplumun aidiyeti tartışmalı olarak gördüğü, bizim ise bir Türkmen kenti olduğunu çok iyi bildiğimiz Kerkük üzerinden ülkemizin tehdit edilmesine asla tahammül edemeyiz; bunun hesabını da mutlaka sorarız. Erbil’deki Kürt’ün hakkını savunmak, Musul’daki Arap’ın, Kerkük’teki Türkmen’in hakkını yok saymak anlamına asla gelemez.
Günümüz dünyasında artık hiçbir yer uzak değildir. Bu durum, dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, olumlu veya olumsuz her gelişmenin tüm ülkeleri, tüm toplumları etkilemesine yol açmaktadır. Hele bizim gibi, 2200 yıllık devlet tecrübesine, 1400 yıllık medeniyet müktesebatına, bin yıllık coğrafya hakimiyetine sahip bir ülke için, bu tür gelişmeler çok daha önemli hâle gelmektedir. Tarihî, kültürel ve sosyal olarak çok yakın ilişkiler ağıyla bağlı olduğumuz bölgelerde, ülkemize yönelik büyük bir sevgi, ama aynı zamanda büyük bir umut vardır. Sevgiye sadece teşekkürle karşılık vermek mümkündür, ama umudun bize yüklediği sorumluluklar çok ağırdır.
Bu sebeple, nasıl Irak’a, Suriye’ye, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, Balkanlara, Doğu Avrupa’ya sırtımızı dönemiyorsak, aynı şekilde Kuzey Afrika’yı, Orta Afrika’yı, Güney Asya’yı da görmezden gelme hakkımız yoktur. Yüreklerine Türkiye sevgisi kazılı kardeşlerimizin yaşadığı Libya’daki gelişmelerin bizi ilgilendirmediğini nasıl söyleyebiliriz? Adına türküler yaktığımız Yemen’deki hadiseleri nasıl yok sayabiliriz? Ecdadımızın her köşesine damgalarını vurduğu Afganistan’ı, Pakistan’ı, Hindistan’ı nasıl “öteki” görebiliriz? Arakan’daki, Türkistan’daki, Kırım’daki mazlumları nasıl yüzüstü bırakabiliriz? Körfez’deki kardeşlerimizi yaşadıkları krizlerle nasıl baş başa bırakabiliriz?”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vurguladığı gibi ecdadımızdan bize miras kalan binlerce yıllık devlet geleneği ile Türk ve Müslüman medeniyetinin verdiği güçle yeniden “cihan devleti” olma yolunda çok çalışacağız. Halis niyetli bu üstün gayretlerin sonucunda dünya barışının sigortası olacağımız günlere belki bizler yetişemeyeceğiz ama çocuklarımız ve torunlarımız mutlaka görecekler.