Bir süredir oturduğu masasında bir korkuluktan farksızdı Sultan Vahdettin. Dirseğini dayadığı bir masa, masanın üzerinde

Bir süredir oturduğu masasında bir korkuluktan farksızdı Sultan Vahdettin. Dirseğini dayadığı bir masa, masanın üzerinde bir tarih kitabı, önünde geniş bir pencere, karşısında yeşilimtırak boğaz, boğazda demirlemiş ve namlularını saraya çevirmiş itilaf gemileri vardı. Derin bir of çekti ve kendisini en bahtsız Osmanlı padişahı olarak düşündü. Haksız da sayılmazdı. Tahta geçer geçmez kendisini, hiçbir şekilde dahlinin olmadığı, emrini vermediği korkunç bir savaşın içinde bulmuş, dahası orduları her tarafta yeniliyor, asırlık vatan toprakları bir bir elden çıkıyordu. Ordu kumandanlarının neredeyse hepsi saraya telgraflar çekiyor ve acilen savaştan çekilmek gerektiğini dile getiriyorlardı. Mustafa Kemal de 7 Ekim 1918 tarihinde gönderdiği telgrafında, mütarekeden başka bir yol kalmadığını bildiriyordu.



Kendisine göre doğru olan bu uğursuz savaşa hiç girmemekti. Trablusgarp ve Balkan savaşlarının getirdiği yıkım henüz tamir edilmemişken yeni bir maceraya atılmak ne devletin coğrafi konumu ne de ulusal çıkarları gereği asla doğru değildi. Eğer Cihan Savaşı sırasında kendisi tahtta olsaydı ne yapıp edip bu savaştan uzak kalmaya ve vatanı bu büyük felaketten uzak tutmaya çalışacaktı.



Bir kez daha derin bir of çekti. Her şey ama her şey bitmişti. Oysa ne hülyalar kurulmuş, ne Kızılelmaların peşine düşülmüştü. Kaybedilen topraklar geri alınacak, tüm Türkler bir araya getirilip Turan birliği kurulacak, devleti bir sülük gibi emip tüketen, bir mikser gibi presleyen her türlü kapitülasyonlardan kurtulunacaktı ve daha neler neler… Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymamış, tüm hülyalar çöldeki serap gibi yok olmuş, dağ doruklarındaki son karlar gibi erimiş, denizlerdeki ılık buharlar gibi uçup gitmiş ve ortaya yenilmiş, yok olmuş, pes perişan bir devlet kalmıştı.



Derin bir of daha çekti Vahdettin. Bu ara sıklıkla çocukluğuna gidip hatıralarını canlandırıyor, belki de çocukluğuna ve çocukluğunun tasasız hatıralarına sığınıyordu. Ağabeyi II. Abdülhamid’in hediye ettiği Çengelköy’deki köşkte neredeyse bütün bir ömrünü geçirmişti. Nasıl ömrü bir köşkün dört duvarı arasında, bir tür mahpus gibi geçmişse şimdi de Yıldız’da mahpustu. Payitahtın her köşesi itilaf kuvvetlerince tutulmuştu; tuğra onların, sikke onların, emir onların, ferman onlarındı...



Elini, henüz tıraş ettirdiği pürüzsüz çehresinde gezdirdi. İsteyerek sakal bırakmamış ve böylece ele güne karşı ‘sakalımızı kimsenin eline verdirmeyiz’ mesajı vermek istemişti. Acı acı güldü. Keşke verilen sadece sakal olsaydı. İtibarı da dâhil olmak üzere neredeyse verilmeyen hiçbir şey kalmamıştı. Kafasını kaldırıp bir kez daha boğaza baktı. Nedense aklına birkaç yıl önce intihar eden Veliaht İzzeddin Efendi gelmişti. Eğer o intihar etmemiş olsa kendisi Padişah olamayacak, nasıl kendi halinde yaşamışsa kendi halinde de ölüp gidecekti. Elini göğsüne doğru götürürken, böyle bir ölümü bütün bir kalbiyle istediğini üzülerek hissetti.



Gözleri hala pencerede, saraya doğru çevrilen namlulardaydı. Patlamaya hazır, simsiyah namlulara boş boş bakarken son birkaç aylık icraatını düşündü. Mütareke imzalanıp ordular terhis edilince ve bu arada itilaf güçleri aç sırtlanlar gibi payitahtın üzerine çöreklenince, zaman kazanmak istemişti. İçine düştüğü cendereden çıkmanın, yuvarlandığı uçurumdan kurtulmanın yegâne yolunun İngiltere ve Fransa’nın kazanılmasıyla mümkün olacağını düşünmüş ve onlarla dost olmaya çalışmıştı.



İki elini göğsünde birleştirdi ve icraatlarının doğru olup olmadığını düşündü. Her isteklerine eyvallah edeceği İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Amerikalıların hatta Yunanlıların arzularının bir sonu olacak mıydı? Düşündü, düşündü, sol eliyle şapkasını düzeltti, alnını kaşıdı ancak bir karara varamadı. Sığındığı odanın penceresinden boğazın öte yakasını göremediği gibi takip ettiği politikanın da yanlış ya da doğru olduğunu göremiyor, seçemiyor, sezemiyordu.



Aslında buğulanan gözlüklerini birazcık çıkarsa üzerindeki tozları azıcık olsun alsa İngiliz ve Fransızlara bu kadar teslimiyetin doğru olmadığını rahatlıkla görecekti. Sırf bir günah keçisi olsun diye idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in, Beyazıt’ta sallanan bedenine bile baksa yine görecekti hem de bütün bir çıplaklığıyla.



Uçları aşağı sarkmış, kıvrımlarını kaybetmiş mütenasip bıyıklarını elleriyle burmaya çalıştı. Aslında kendisi de farkındaydı. Bu böyle olmayacaktı. Ne olursa olsun bir şeyler yapmalı, haysiyet kırıcı isteklere direnmeli, devletin şerefinin iki paralık edilmesinin önüne geçmeliydi. Fakat bunları yapabilecek gücü kendinde bulamıyor, dahası Yunanlıların Trakya’dan İstanbul’a, Ege’den Anadolu içlerine ilerleyerek çok büyük katliamlar yapmasından endişe ediyor, itilaf devletlerinin elde kalan bir avuç toprağı da almasından tedirgin oluyordu.



Neyse ki Anadolu’daki hareket başarılı olmuş ve Anadolu insanı büyük bir destana imza atmıştı. Saltanat kaldırılınca ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Ömrünün son yılları büyük bir sıkıntı içerisinde geçti. Öldüğünde San Remo esnafına 60.000 liret borcu vardı. Alacaklıları, tabutuna haciz koydurmuş ve gömülmesine müsaade etmemişlerdi. Tabut bir odaya kilitlenip kapı mühürlendi ve paranın bulunması beklendi. Para ancak bir ayda temin edilebilmişti…