Yalnız yaşadığım ve bundan herhangi bir şikâyette bulunmadığım dönemlerdi. Evin içinde amaçsızca gezinirken, aklıma gelen bir iki mühim şeyi al

Yalnız yaşadığım ve bundan herhangi bir şikâyette bulunmadığım dönemlerdi. Evin içinde amaçsızca gezinirken, aklıma gelen bir iki mühim şeyi almak için dışarıya, çarşıya çıkardım.

Ne hikmetse, böyle zamanlarda, caddelerde, sokaklarda kimsecikler olmazdı. Dükkânlar, marketler, özel işyerleri, hırdavatçılar, telefoncular, pastaneciler, zahireciler bana göre zamansız bir şekilde kapanır, o kadar ki ilçe sokakları kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olurdu.

Gündüz çok kalabalık olan yerler ise metruk bir havaya bürünürdü. Nereye giderdi bu insanlar böyle? Tamam, hava soğuktu ama hani o kadar da kötü sayılmazdı ki…

Bu merak içinde öylesine yürürken sokaklarda adım başı konuşlanmış çayhanelere gözüm ilişirdi. İnsanlar buraları, sanki planlı bir şekilde hınca hınç doldurmuş olurdu. Durup buharlı nefesimi cama yaslayıp garip bir şekilde onları seyre dalardım.

Çayhane içlerinde oturanların çoğunun ağzında sigara (henüz yasak başlamamıştı), kimisi pasif içici, kimisi arka arkaya ekleyici durumundaydı.

Bazıları ya evinsiz evinsiz televizyon seyrederdi, mavi camın içinde ne olduğu pek önemli olmazdı onlar için. Hangi kanalı açsan bakarlardı. Bazıları da hararetli bir şekilde (iskambil/okey) oynarlardı. Ellerini çenelerine mütemadiyen dayayarak yanlarında oturmayı yeğleyenler de olurdu.

En çok okey oynayanlar merakımı cezp ederlerdi. Onlar sanki her hangi çok önemli bir şeyi icat eden bir bilim insanı gibi taşları pür dikkatiyle ellerinin içlerinde gezdirirlerdi. Bir yanlarında yarım kalmış çaylar, öteki taraflarında sigara paketleri ile oyuna daha bir odaklanırlardı.

Okey oynamanın diğer adının fayans döşemek olduğu aklıma gelirdi, sonra… Buna elimde olmadan gülümserdim.

Kimi insanlar umutsuzca etraflarına bakarlardı. Bir yaşlı amca da kendi kendine konuşurdu. Diğer bir tanesi gözlerini bir yere sabitlemiş saatlerce aynı yere odaklanırdı. Sende onun baktığı yere bakma ihtiyacı hissederdin. Bir başkası, iki lafın belini kıracak veya kendini anlatacak bir insan arardı.

Bu çayhanelerden Türkiye’nin muhtelif yerlerinde milyonlarca olduğuna kafa yorunca, boşa geçirilen vakitlerin derdine düşerdim. Bu boş boş oturan insanların içinde ben yokum diye şükrederdim. “İyi ki, ben vaktimin kıymetini biliyorum, zamanımı umarsızca harcamıyorum,” derdim.

Sonra asıl yapmak istediğim şey aklıma gelirdi ve bir iş için İnternet Cafe’ye uğrardım. Evde çok vaktimi alır diye internet bağlatmamıştım henüz.
Çayhanelerdeki manzaradan Internet Cafe’lerde de fazlasıyla olurdu. Akşamını çayhanede geçiren ebeveynlerin çocukları da internetleri hınca hınç doldururdu. Günde bin bir türlü insan gelip gittiği için leş gibi kokardı buralar…

İnternetin ve oyunların geliş güzel kullanılması gençlerin gelişimini kötü yönde etki ediyordu. Çünkü bu çocukların konuşmalarının gittikçe bozulduğunu görürdüm.

Birbirlerinin anasına avratına edilen küfürler, benim hayatım boyunca kullanmadığım cümlelerden fark ederdim bunu. Ama gene de onların hangi zararlı sitelerde girdiklerinden, cinsel obje barındıran yerlerde gezdiklerinden de kimsenin haberi olmazdı.

Maalesef oradan da umutsuz, mutsuz ve tek tabanca çıktıktan sonra tekrar derinlere dalardım. İnsanoğluna verilen zaman mefhumu bu kadar mı çarçur edilirdi. Anlaması güç gelirdi. İnsanların derdi vakit geçsin de bu nasıl olursa önemli değildi.

Yirmi birinci yüzyılının en büyük problemi insanların hayalsiz, ülküsüz, utkusuz olmasıydı. Amaçsız ve idealsiz insanlar güruhu hep bir arada yaşıyordu, işte böyle vakitlerini boşa harcıyorlardı.

Bu insanların bir mefkûresi olsa bir vakit yerinde durabilirler miydi, zamanını boşa harcar mıydı acaba. Yok, canım vaktimi boşa harcarım diye ötleri patlardı. Hatta uyku bile uyuyamazlardı.

Ama yok, insanlar hele hele kışın, akşamüstü beş gibi çayhaneye bir otururlardı saat on iki de kalkıp giderlerdi oradan. Çocuklar da aynı saat aralıklarında, internetlerde benzer şeyleri yaparlardı.

“Allah aşkına ömürler geçiyor kalk silkin, bir şeyler yap, ne bileyim bir şeyleri değiştir,” demek isterdim bu insanlara. Sonra o acı gerçekle yüzleşirdim... Hangi gerçeği hatırlatabilirdim ki onlara...

Herkesin bilgi kumkuması olduğu, kimsenin kimseye karışamadığı bir zamanda onları uyarırsam beni dövmekten beter ederlerdi.

Bunu düşününce çaresizlik altında ezilirdim. Herkes felekten bir gün daha kotarmanın, ömürden bir gün daha geçirmenin peşindeydi. Bu ayın on beşi gibi bir gerçekti.

Bu insanları kahveden çekmek ve gençleri İnternet Cafe’lerden koparmak için ne yapılabilirdi?

Bunu yetkililerin, büyüklerin ve karar alma konumunda olan insanların düşünmesi lazımdı. Çünkü ben yazar adayıydım. Elimden geldiğince tespit yapardım, gerisine karışmazdım.

Bunları gördükten, hem yürüyüp hem kendimle kavga ettikten sonra, karışık bir kafa ile yalnızlığıma ve hayallerime gark olacağım evime gelirdim.