Bu hafta epey derin bir bahiste kalem oynatayım diyorum iddialı okur. Şayet kalemin ağırlığının -benim için varoluştan da ağır!- altından kalkabil

Bu hafta epey derin bir bahiste kalem oynatayım diyorum iddialı okur. Şayet kalemin ağırlığının -benim için varoluştan da ağır!- altından kalkabilirsem bu yazı bitmiş olacak. Evet, başlıktan da anlaşıldığı üzere varoluşçuluk felsefesi üstüne bir iki kelam edeceğim.
Varoluşçuluk namı diğer Egzistansiyalizm, Danimarkalı feylesof ve din alimi Soren Kierkegaard (1813-1855) tarafından ortaya atılmış bir şeydir. Şeydir diyorum çünkü şiir ve insan gibi varoluşçuluğun da kesin bir tanımı yoktur. Böyle olmasının da mantığı basit: Dünyada kaç âdem evladı var ise bir o kadar da varoluş tanımı var demektir. Ama bu akımın öncüleri için varoluşçuluk neymiş ona bakalım bir:
Varoluşçuluk için, birdenbire var olmuş, dünyaya gelmiş insanın yaşadıkça kendini inşa etme sürecidir, demek en yalın ifade olacaktır. Bu ifadeyi akımın kuşkusuz en meşhur filozofu J.P.Sartre şu cümlelerle özetler: İnsan, ilkin var olur, yani doğar, bir hayata başlar; sonra kendisiyle karşılaşır ve sonra da kendi kendini kurar veya yapar.
Sartre’ın bu ifadeleri Varoluşçuluk’un bir eylem felsefesi olduğunu koyar ortaya. Bu cümleler açımlandığında hem basit hem de ağdalı birçok düşünceye ulaşabiliriz. Aslında tüm mesele ilkin gider Shakespear’e dayanır: ‘’Olmak yahut olmamak, işte bütün mesele bu.’’ Tam da burada hemen şöyle bir iddiada bulunabilirim: Varoluşçuluğun mucidi, Kierkegaard değil, olmak ve olmamak mevzusuna kafayı, Kierkegaard’dan neredeyse iki yüz elli sene evvel takmış Shakespear’dir. Ha, belki daha önceye de gidilebilir, cennetteki o mutlu mesut günlere kadar. Yeri gelmişken söyleyeyim varoluş, benim için bir meseledir. Neyse bahse süratle dönersek teolojik açıdan bakıldığı zaman madem varoluş kendini anlama çabasıdır o halde ilk varoluşçunun Âdem Peygamber olması icap etmez mi? Öyle ya, var olma acısını ilk insan kadar kim duymuş olabilir ki? Ve buradan hareketle varoluşçuluk özümüzden damıttığımız, içimize kurşun misali çökmüş katran karası bir acıdır hatta o kadar koyudur ki yer çekiminin etkisini artırır, var olmanın o dayanılmaz ağırlığına sebep olur.
Sartre’ın açıklamasında kişinin kendine rastlaması bence varoluşçuluğun kaderidir bir bakıma. Ama bu sözler bize bazı sualler sorma hakkını da verir. Mesela kişi kendine ne vakit rastlar? İnsanın kendine rastlamasının bir yolu var mıdır? İnsanın kendisiyle karşılaşması her zaman için iyi midir? Kendimize rastlayamazsak ne olur, aynada kime baktığını dahi bilmeyen bir yabancıya mı dönüşürüz? Kendine rastladıktan sonra ne olursun? Ya karşıdakinin kendin olduğunu fark etmezsen ne olur? Görüldüğü üzere mevzu pek derin. O nedenle bu sorulara haftaya cevap arayacağız.
Haftanın kitabı: Tam da konuyla alakalı olduğundan Sartre’dan ‘’Bunaltı’’ romanı… Varoluşçuluğun ruhunu idrak için hayli iyi bir tercih bence. Bunalmadan okumanızı dilerim.