30 Mart 1432 Pazar sabahı, seher vakti 3.38’de, Edirne Saray-ı Hümayûnu’nda Sultan İkinci Murad Han’ın Hümâ Hatun’dan bir şehzadesi dünyaya ge

30 Mart 1432 Pazar sabahı, seher vakti 3.38’de, Edirne Saray-ı Hümayûnu’nda Sultan İkinci Murad Han’ın Hümâ Hatun’dan bir şehzadesi dünyaya geliyordu. Peygamber efendimizin ve Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu, dedesi Çelebi Sultan Mehmed Han’ın ismi verilen küçük şehzadenin, gelecekte Peygamber efendimizin büyük müjdesine kavuşacak cihangir bir hükümdar olacağını kim bilebilirdi?
Fatih sultan Mehmed Han, babasının 3 Şubat 1451’de vefat etmesi üzerine, Manisa’dan Edirne’ye gelerek daha evvel babasının feragat etmesiyle henüz on iki yaşındayken kısa süreliğine geçtiği Osmanlı tahtına bu defa 19 yaşında geçti.
Haberi alan Bizans ve Trabzon-Rum imparatorları, Sırp, Eflak ve Macar kralları, Mora despotu, Raguza ve Ceneviz hükûmetleri, Rodos şövalyeleri ile Midilli ve Sakız hâkimleri tebrik için elçilerini peş peşe Edirne’ye gönderdiler. Bütün elçiler isteklerini sıralıyor, Padişah da bunlardan makul olanlarını işi yokuşa sürmeden kabul ediyordu. Böylece bütün devletlerle yapılan sulh antlaşmalarının hepsi yenilendi. Yeni padişahtan en büyük yakınlık ve güler yüzü ise Bizans elçileri gördüler. Bütün istekleri yerine getirildi. Ellerinde tuttukları Şehzade Orhan’ın salıverilmemesi karşılığında epeyce menfaat temin ettiler. Şehzade Orhan yaygın rivayete göre Çelebi Sultan Mehmed Han’ın kardeşlerinden, Bizans’ın elinde rehinken vefat eden Kasım Çelebi’nin oğluydu. Bizanslılar Padişah’ın bu yumuşak tutumunu biraz tuhaf bulsalar da aklından geçenleri bilemediler. Nasıl bilsinler ki o, “Şayet devletle ilgili tasavvurlarımı sakalımdaki kıllardan biri bilse onu koparıp atardım.” diyecek bir disipline sahipti.
GÜZEL BİR ORDU, GÜZEL BİR KUMANDAN
Bütün İslam devletlerinin hükümdarları gibi onun da en büyük emeli Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Letüftehanne'l-Kostantıniyyetü fe le ni'mel-emîru emîruhâ ve le ni'me’l-ceyşü zâlike'l-ceyş.” yani: “Kostantiniyye bir gün elbet fethedilecektir. Onu fetheden asker ne güzel asker ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, Kahire 1313, s. 335) müjdesine nail olmaktı. Emevîlerden beri nice hükümdarın çok uğraştığı halde başaramadığını başarmak, artık devletinin topraklarıyla çepeçevre sarılmış bu kutlu şehri fethetmek düşüncesi, rüyalarında bile onu meşgul ediyordu.
Gece gündüz önünde, İstanbul şehrinin ve surlarının durumunu gösteren haritalar ile kuşatma planları duruyordu. Haritaya şehrin etrafındaki mevkilerin şeklini resmediyor sonra harp fennine uygun olarak topların ve muhasara malzemelerinin nerelere konması gerektiğini tespit ediyordu. Lağım açılacak yerleri, hendeklerin başlarını ve merdivenlerin surlarda nerelere konacağını plan üzerinde tek tek işaretliyordu.
Bizanslıların karşı çıkmasına kulak asmayarak Anadoluhisarı’nın tam karşısına Rumelihisarı çok kısa zamanda inşa ettirmiş, böylece Boğaz’dan geçen gemiler kontrol altına alınmıştı. Fatih’in Boğazkesen adını verdiği bu muazzam stratejik kalenin dört ay gibi çok kısa bir zamanda yapımı sırasında işçileri teşvik için bizzat Fatih ve vezirleri taş taşımıştı.
Ayrıca Orta Çağ’ın en büyük kalesini yıkmak için o zamana kadar görülmemiş büyüklükte Şâhî denilen topları, Osmanlı top döküm ustalarından mühendis Muslihiddin ve Saruca Sekban ile Rumelihisarı’nın inşası sırasında İstanbul’dan kaçarak Osmanlılara iltica eden Macar Urban’ı görevlendirerek döktürmüştü. Bu savaşta kullanılan ilk havan topunun olduğu gibi bu topların planlarını da bizzat Fatih kendisi çizmişti. Bunlardan iki tonluk gülle atabilen en büyük dört adedini, iki bin asker ancak çekebiliyordu.
EDİRNE’DEN ÂLİMLERLE YOLA ÇIKIYOR
Bütün kışı harp hazırlıkları ile geçiren Padişah, nihayet 23 Mart 1453 Cuma günü Akşemseddin Efendi, Molla Gürânî ve Molla Hüsrev gibi âlimlerle birlikte Edirne’den hareket etti. İstanbul önlerine ulaştığında birlikler, evvelce yapılan planlara uygun olarak büyük bir disiplin içerisinde yerlerini aldılar. Böylece şehrin kara surları Ayvansaray’dan Yedikule’ye kadar tamamen sarılmış oluyordu.
Padişah bu tertibatı alırken bir yandan da boşuna kan dökülmemesi için İmparator XI. Konstantin’e şehri teslim etmesi teklifinde bulundu. İmparator ise şehri müdafaa edeceğine yemin etmiş olduğunu, ancak vergi verebileceğini beyan ederek teslim teklifini reddetti. Bunun üzerine 6 Nisan Cuma günü sabah namazını âlimler, paşalar ve şeyhlerle birlikte kılan Padişah hareket emrini verdi.
GEMİLER KARADAN YÜRÜTÜLÜYOR
Asıl muhasara 12 Nisan günü büyük topların atışa başlamasıyla başladı. Ateş püsküren Şâhî toplar kale bedenlerinde durmadan gedikler açıyor, mancınıklar taş yağdırıyor, okçular da sürekli ok atıyordu. Uzun menzilli tunçtan toplar büyük çapta taştan gülleler savuruyordu. Her top ateşlenişinde simsiyah bir duman etrafı kaplıyor, devasa güllenin surlara çarpmasıyla yer sarsılıyor ve çarptığı yerden kopan parçalar etrafa dağılıyordu. Bizanslılar açılan gedikleri süratle tamir ederek yeniliyorlar, böylece kale duvarlarına karşı girişilecek umumi bir hücuma mâni oluyorlardı.
Bizans kuvvetleri surlara yapılan hücumlarla meşgul edilirken, Padişah akıl almaz bir askerî planını daha yürürlüğe koydu. Dolmabahçe-Maçka Deresi ile Harbiye-Dolapdere-Kasımpaşa arasında hazırlanan iki kilometrelik bir yoldan, bir gecede altmış yedi gemi kızaklar üzerinde karadan yürütülerek Haliç’e indirildi. Ertesi günü güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Haliç’e indirilen Türk donanmasını gören Bizanslılar hayrete düşerek dehşete kapıldılar. Bizans’ın dayanma gücüne indirilmiş büyük bir darbe olan bu manevranın manevi tesiri, maddi tesirinden fazla olmuştu. İmparator derhâl bir elçilik heyeti göndererek en ağır şartları kabul edeceğini bildirdi ve muhasaranın kaldırılmasını teklif etti. Ama çıktığı bu kutlu yolda son derece kararlı olan Padişah gelen elçilere: “Ya ben Bizans’ı alırım ya Bizans beni!” diyerek cevap veriyordu.
6 Mayıs Pazar günü güneş battıktan birkaç saat sonra Topkapı surlarına otuz bin kişiyle hücuma geçildi. Yaklaşık üç saat süren şiddetli çarpışmalardan netice alınamadı. Bu defa 12 Mayıs’ta gece yarısı Edirnekapı ile Tekfur Sarayı arasındaki surlara elli bin kişilik büyük bir kuvvetle saldırıldıysa da yine bir netice elde edilemedi.
Nihayet 28 Mayıs 1453 gününe, yani muhasaranın elli üçüncü gününe gelindi. İstanbul surları son üç gündür yapılan top atışlarıyla artık yer yer yıkılmış durumdaydı. Yıkılan yerlerin kapatılmasına mâni olmak için top atışı gece gündüz aralıksız sürdürülüyordu. Osmanlı ordusunda nihai hücum için yoğun bir hazırlık göze çarpmaktaydı.
SON HÜCUM
Gece yarısından iki saat sonra boru, davul ve nakkareler harp havası çalmaya başladılar. Türk ağır topçusunun yaptığı kesif bir atışın ardından hücum kolları, “Allah, Allah!” sedaları ile düşmanın üzerine atıldı. Hendekleri kolayca geçtikten sonra bir anda yüzlerce merdiven surlara dayandı. Müthiş bir azim ve cesaretle yapılan bu teşebbüse Rumlar, merdivenleri yıkmak, yere düşenleri taş ve ok atarak öldürmek, üzerlerine Grejuva ateşi ve kızgın yağ dökmek suretiyle karşılık verdiler. Türk hücum kolları birkaç kez surlara tırmanmayı başardılarsa da destek gelmediğinden tutunamadılar.
Sabah namazından sonra hücum mevkiine gelen Padişah, bir buçuk saat süren amansız hücumlar sonucunda düşmanda yorgunluk ve bıkkınlık alametleri görmesi üzerine bitirici darbeyi indirmek zamanının geldiğine kani oldu. Derhâl ihtiyattaki kuvvetlerle Yeniçerilere taarruz emrini verdi. Birliklerine hendeğe kadar bizzat refakat etti. Böylece Türk ordusunun en iyi talim ve terbiye görmüş vurucu gücü savaşa girmiş bulunuyordu.
BÜYÜK HAKAN SECDEYE KAPANIYOR
Yeniçeriler arasında Ulubatlı Hasan isminde iri yarı bir yeniçeri, kalkanını sol eli ile başının üzerinde tutarak ağzında palası olduğu hâlde surun üstüne çıktı ve Osmanlı sancağını dikti. Akabinde otuz kadar yeniçeri daha surun üzerinde göründüler. Düşmanın ok ve taşları ile Ulubatlı Hasan dâhil çoğu şehit edildiler ise de kalan on ikisi sancağı düşürmediler.
Türk bayrağını Topkapı surlarının üzerinde gören ve o anda fethin gerçekleşip Peygamber efendimizin müjdesine nail olduğunu anlayan genç Padişah, atından inip secdeye kapandı ve Cenabı Hakk’a şükürler etti.
Durumun kötüye gittiğini gören İmparator Konstantin ve yakınları ise son bir hamle ile gemilere doğru kaçmak istediler. Ancak muvaffak olamadılar. Kurtuluş ümidini yitirmiş yorgun ve yaralı İmparator artık “Başımı kesecek bir Hıristiyan yok mudur?” diye bağırıyordu. O sırada bir Türk askeri şiddetli bir darbe ile kendisini yere yıkıyor, o hengamede ayaklar altında kalarak hayatını kaybediyordu.
O güne kadar 74 imparatorun savunduğu güzel İstanbul’u 21 yaşında fethederek Fatih unvanını alan Sultan İkinci Mehmed Han, öğleden sonra yanında âlimler ve ileri gelen devlet adamları olduğu hâlde, muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre giriyor, Avrupa ve Hıristiyan âlemini üzüp ağlatıyor, Müslümanların gönlüne sevinç ve sürur veriyordu.