Yakın Tarih hakkında, bilhassa Millî Mücadele sonrasında yapılan icraat / yapım ve yaptırımlar hususunda, çok yazılıp çizildi. Hâlâda çok yazıl

Yakın Tarih hakkında, bilhassa Millî Mücadele sonrasında yapılan icraat / yapım ve yaptırımlar hususunda, çok yazılıp çizildi. Hâlâda çok yazılıp çiziliyor.
Halbuki “Hakikî (gerçek) vukuatı (vak'a ve olayları) kaydeden tarih; hakikate en doğru şahit (ve tanık)tır.”
Fakat zaman, zemin ve ortamını tespit etmek şartıyla.
Fakat konuyu, kendi şartları, kendi atmosferi içinde ele almak şartıyla.
Fakat kim ne zaman, nerede, kime ne yapmış ve ne için yapmışı bilmek şartıyla.
Tarih levhası, ya bembeyaz görülüp gösteriliyor, ya da simsiyah olarak nazara sunuluyor.
Oysa bu iki manzara da, ifrat-tefritten / ileri-geri aşırılıklardan sâlim değil.
Yakın geçmişi; sırf beyaz gören ve gösterenler de yanılıyor.
Yakın Tarihi kopkoyu / simsiyah tasvir edenler de doğru görmüyor, doğru yazmıyor, doğruları konuşmuyorlar.
Bu hususta ileri giden ve geri kalanların; yanılgı içinde kalmalarının bir sebebi de şudur:
Ulu bir dağın yamacında oturan bir kimse, dağın zirvesini, ancak bir kaç yüz metre yukarıda görür ve öyle sanır. Yani dağın sanıldığı ve dedikleri gibi çok da yüksek olmadığına hükmeder.
Dağın tabanının çok uzağından bakan ise, dağı tüm haşmetiyle temaşa eder. Heybetine tam olarak vâkıf olur.
Demek istiyorum ki, hadisenin içindeyken, olayın mahiyet ve içyüzü pek anlaşılmaz.
Sonra gelenler; tıpkı dağa uzaktan bakanların; dağın heybetini daha iyi ve tam olarak algıladıkları gibi, tarihsel olayları uzaktan takip edenler de, yâni epeyce zaman geçtikten sonra tarihe eğilenler de; olayı daha iyi anlamış ve kavramış olurlar.
Nitekim Abdülhamid zamanında yaşayanların göremediklerini; bizler zaman bakımından uzak mesafelerden daha iyi görüyor, yorumluyor ve gerçeği daha iyi keşfediyoruz.
Mesela merhum babam Hasan Efendi; Mehmed Muhsin Paşa'nın himayesinde büyümüş, büyütülmüş, okutulmuş; aynı zamanda gençliğinde İstanbul'un işgal günlerini yaşamış. O günlerin havasını teneffüs etmiş; İstanbul sokaklarının işgalci İngilizlerin çizmesiyle çiğnendiğini görmüş, İstanbul Kadıköy vapur iskelesi karşısındaki iki katlı tarihî binada, kara bayrağın dalgalandığını hergün kahrolurcasına seyretmek bahtsızlığına uğramıştır.
Buna rağmen; eğer bugün yaşamış olsaydı; fikirlerimiz birbirine ters düşebilir; eminim ki birçok hususlarda düşüncelerimiz bağdaşmayabilirdi. Halbuki ikimiz de samimi ve kendimize göre doğruları söylüyor olacakdık.
Zira dağın haşmeti, ululuğu ve yüksekliği uzaktan daha iyi görülüp anlaşıldığı gibi, tarihsel gerçekler de, üzerinden zaman geçtikçe daha iyi, daha doğru ve daha gerçek olarak görülüp, anlaşılmak imkânını bulur.
Tevekkeli boşuna dememişler:
“Zaman en iyi müfessirdir.” / “Zaman, en güzel tefsir edici ve yorumcudur.”
Millî Mücadele Tarihi'ni de bugün daha gerçekçi, daha sâkin, daha akıllıca ve daha muhakemeli bir tarzda mütalâa edebiliyor ve düşünebiliyoruz.
Çünkü hâdise ve olaylara his ve intikam duygularından arınmış bir hâlde, soğukkanlı bir şekilde ve tarafsız bir açı ve pencereden bakabiliyoruz.
Öyleyse tarafeyn / iki taraf da birbirini suçlamadan ve itham etmeden; birbirinin doğrularına sahip çıkmalı, yekdiğerinin hata ve yanlışlarından uzak durmalı.
Her iki taraf da; Hz. Ali'nin -ilim adamına, araştırma usûl ve metod bakımından sertaç olacak- şu hayat-bahş sözünü kulaklarına küpe yapmalı:
“Hakikati; söyleyenlerine bakarak öğrenme. Hakikati; bizzat kaynağından öğren. Söyleyenlerin de ne olduğunu öğrenirsin.”