Son zamanlarda, bir (bilemedin iki) kitabını çıkarmış, bazı yolun başında yazarlardan serzenişler okuyorum ve göndermeler görüyorum sosyal medyada

Son zamanlarda, bir (bilemedin iki) kitabını çıkarmış, bazı yolun başında yazarlardan serzenişler okuyorum ve göndermeler görüyorum sosyal medyada…

Bir türlü kendilerinin büyük yayınevleri tarafından fark edilmemesine, hak etmeyen yazarların el üstünde tutulmasına, kitaplarının ısrarla görmezlikten gelinmesine ve normalde el bile sürülmeyecek mecmuaların çok satmasına (haklı, haksız) itirazları var.

Bu yüzden bazıları yazmaktan vazgeçtiklerini, tırnak içinde ipin elinin bilmem kimlerin elinde olduğunu ve böyle giderse bir daha kitap çıkarmayacaklarını söylüyorlar.

Ben, yıllardır - herkes gibi, hepimiz gibi - bu işin yükünü çektiğime inanıyorum. 2005 yılından beri hiçbir karşılık görmeden yazıyorum fakat 2015 yılında anca piyasaya çıktım. Büyük yazar Wirginia Wolf'un tavsiyelerine bağlı kaldım ve 30 yaşından önce kitaplarımı yayımlatmak istemedim.

Bu süreçte, dalga geçenler ve çabalarımı çok fazla veya gereksiz bulup “Sen uçmuşsun!” diyenler oldu. Kimi zaman bıyık altından güldüklerini ve açık açık arkamdan konuştuklarını duydum. Hepsini fark ettim ama bilmezlikten geldim, kimseye cevap yetiştirmek için uğraşmadım.

Şu an geldiğim yerde de hiçbir şey beklediğim ya da istediğim gibi değil… Bir şeyler ha deyince olmuyor ve hızlıca gerçekleşivermiyor. Yalnız, yazmaktan, edebiyattan, kitaplardan vazgeçmiyoruz ve hep söylediğim gibi ‘daha çok fırın ekmek yememiz’ gerektiğini de biliyoruz az çok...

Maalesef burası, eğitimin öğretimin başında çocukların istidatlarına, yönelimlerine ve isteklerine göre sınıflara ayrıldığı, her bir öğrencinin o minval üzere yoluna devam ettiği ve birçok insanın ‘sevdiği işi’ yaptığı bir ülke değil… (Gelip geçen insanların arasında, yeteneklerinin farkında olmadan ömrünü tamama erdirmiş kaç insan vardı, şimdi bir düşünsene…)

Evet, ne yazık ki Türkiye, ilk eserini piyasaya çıkarmış her yazarın; kitaplarını devletin zevkle alıverdiği ve kütüphanelerine paylaştırdığı, yayınevlerinin kitaplarını basmadıklarına bile - edebî hayatını devam ettirmesi için - yazar adayına (zarf içinde) para gönderme inceliğini gösterdiği hayalî ve ütopik bir memleket değil.

Heyhat, bu topraklarda koyduğun hedeflerini, yıllar geçmeden veya ölmeden ya da kıymık kıymık acı çekmeden gerçeğe dönüştüremiyorsun… ‘Hayal, ideal, bir amaca kendini adama, hedef’ falan yok burada… Varsa yoksa siyaset var… Siyasetle yatılır, onunla kalkılır…

‘İnsan ve acıları’ ortak paydasında buluşamayız biz; partilerimiz ve politikalar bizi sınıflara ayırır vesaire…
***
Ama tüm bunlara rağmen, her ne kadar olanaksızlıklar ve olumsuzluklar dağları aşsa da hakikaten anlama ve anlatma kaygısı içine düşmüş bir insan, yazmayı asla bırakamaz…

Çünkü bu senin elinde ve kontrolünde olan bir şey değildir. Eğer bu dürtü senin denetimindeyse, istediğin zaman bırakabileceksen, yazma içgüdünü şöyle bir kontrol etmen gerekir.
“Acaba ne için yazıyorum?” diye şapkayı önüne koyup şöyle bir kafa yormalısın.

Sahi neden ve ne için yazıyorsunuz… Şan, şöhret düşüncesiyle mi, fark edilmek için mi, örneğin kızların beğenisini kazanmak niyetiyle mi yoksa edebiyatın, yazının neferi olmak ve bir ömür bu işin yükünü omuzlamak için mi?

Ama bu kadar çabanın ve geceyi gündüze katmanın sonunda (yazıdan olmasa da) nankörlük görebilirsin baştan söyleyeyim, bu işin hiç garantisi yok... Toplum tarafından, kitaplarına gereken kıymet verilmemiş, başarısız (!) bir yazar olarak dünyadan göçüp gitmek de var işin içinde...

Çünkü şimdi esamesi okunmayan, ismi unutulup gitmiş ama fazlasıyla nitelikli, kitapları mevcut birçok yazarın metinlerinden daha ‘iyi’ çok yazar biliyorum. Bu biraz da şans işi… Çok fazla beklenti içine girmezsen mutlu olursun… Kimse seni kabul etmek zorunda da değil üstelik…

Bu gün dikkat çekmeyen eserler, yarın da okunmayacak diye bir kural yok tabi... Unutmayalım, vaktiyle büyük yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’a, 'Kıtırpiyoz' diye lakap takılıyor ve yazdıkları küçümseniyordu. Ama sonradan nasıl bir usta olduğu ortaya çıktı.

Hatırlayalım, Sabahattin Ali de, romanlarının dünya gözüyle doğru dürüst bir faydasını görmemişti ve eserleri (öldürüldükten) en az yirmi yıl sonra kelleyi koltuğa almış, korkusuz adamlar tarafından basılmıştı. Sonra da geldiği nokta ortada…

Yani kitaplarınızın rağbet görmemesine ve yaşadığınız çeşitli sıkıntılara göre değişmez bu iş… Eğer gerçekten acı çekiyorsanız, sorunluysanız, söyleyecek sözünüz varsa, anlama/anlatma derdiyle yanıp tutuşuyorsanız ve yaşananlara göz yumamıyorsanız, yaz-ma-dan ya-pa-maz-sı-nız.

Başka çareniz yoktur… Edebiyat çevrelerinin çok iyi bildiği bir şeydir. Sait Faik gibi sefer dönüşü hakkı verilmeyen bir adamı görür, kaleminizi sivriltir ve yazmaya başlarsınız… Yazmazsanız deli olacağınızı söylersiniz. Yazı sağaltır çünkü, doyuma ulaştırır, acılarınızdan bir nebze sıyrılırsınız…

Bunun şanla şöhretle, ilgi görmeyle, kitap satışlarıyla, büyük yayınevleri tarafından fark edilmemeyle, okuyanın az olmasıyla, zayıf kitapların piyasaya sürülmesiyle, batının ikinci sınıf yazarlarının bize ‘çok nitelikli’ diye yutturulmasıyla ve daha başka birçok menfi şeyle alakası yoktur…
Kısacası “Yazma eylemi, bırakılamaz.”