Bu makaleyi olumsuz tenkit amacıyla değil, bir veli, oğlu ve torunu tahsil hayatına devam eden bir baba ve dede olarak kaleme alıyorum. 12 Temmuz 2018 tar

Bu makaleyi olumsuz tenkit amacıyla değil, bir veli, oğlu ve torunu tahsil hayatına devam eden bir baba ve dede olarak kaleme alıyorum.
12 Temmuz 2018 tarihli Türkiye Gazetesi’nde Sn. Yücel Koç’un makalesini okuduğum zaman, eğitim ve öğretimle ilgili bazı hususları yazmaya kendimi mecbur hissettim. Köşe yazarlarının günümüz gençliğinde görülen lakaytlık, bencillik, merhametsizlik ve saygısızlık gibi milletimizi üzen davranışlarına temas etmeleri çok güzel. Bütün bu olumsuzluklara, okullarımızda İslam ahlakı yerine batı dünyasındaki moda davranışların öğretilmesi olduğu kanaatindeyim.
Askerlik mesleğinin mensupları olan bizler, yirmi yaşından itibaren kıtaya çıktığımızda, eğitim ve öğretim ile tanışırız. Neyi öğreteceğimiz mesleki kitaplarımızda yazılıdır. Nasıl öğreteceğimiz ise ana hatlarıyla belirlenmiş olup “%10 anlat, %20 göster ve %70 yaptır.” şeklinde özetlenmiştir. Bir gence harp sanatının öğretilebilmesi, yani çeşitli muharebe şartlarında, nasıl hareket etmesi gerektiğini öğrenebilmesi, o gence bazı davranış değişikliklerinin kazandırılmasına bağlıdır ki işte bu da başındaki komutanın bilgi ve becerileriyle mümkün olmaktadır. Eğer iyi bir öğretim sağlarsak eğitimde ki başarı da o oranda artar.
Orduda eğitim, ecdadımızın yaptığı gibi en küçük beceri kazanma seviyesi olan tek er eğitiminden başlar. Manga duruma dayalı eğitimi, takım muharebe düzeni eğitimi, bölük ve tabur safhası tatbikatlarından sonra, askeri eğitimlerin en üst seviyesi olan diğer sınıflarla (tank, top, piyade, kara, hava vs.) yapılan müşterek tatbikatlar sayesinde muharebe yapabilecek bir birlik yetiştirilmiş olur. Akabinde iştirak edilen milletler arası NATO tatbikatları ile nihai hedefe ulaşılır.
Çeşitli liselerde Milli Güvenlik dersine gittim. Hiçbirinde bizim eğitim alanlarındaki eğitim çantalarımızda bulunan dokümana rastlamadım. Ertesi gün eğitime çıkacak her subay, muntazam olarak ders plânını ve öğretmen ders notunu hazırlamak zorundadır. Her subay okuldan mezun olurken iyi bir eğitimci olarak mezun olur. Niçin? Çünkü o, emri altındakileri muharebe meydanında, karşısındaki düşmanın üzerine yani bir yerde ölüme sevk edecektir. Bunun için de disiplinli, kendisini bir baba gibi sevdiren, bilgisi ile otorite kurabilen, iyi bir taktik ve teknik uzmanı olmak zorundadır. Önce kendisi gösterir, sonra yaptırır. Bir şeyin nasıl yapıldığı çok önemli.
Bir misal verecek olursak; üretim yapan bir ünitede, ünite amiri üretimi yapılan ürünün iş sırasını yani toplam kalite kitapçığına uygun imalat sırasını bilmiyorsa ve kontrol da etmiyorsa, işçiye teslim olmuş ve üründe çıkacak olan defoları peşinen kabul etmiş demektir.
Mensubu olduğum tank sınıfında, düşman tankı görüldüğü andan itibaren 20 saniye içinde top mermisini atamayan mürettebat ile harbe girilmez. Şimdi bu sürenin daha aşağı çekilmiş olması lazım. Zira emekli olalı 26 yıl oldu ve bu arada teknolojik yönden ordumuz oldukça modernize edildi. Evet 30 sene önce 20 saniye tank mürettebatının standardı idi. Çünkü geç kalır veya ıskalarsa ve süratle mevzi değiştirmezse, ikinci mermi düşman mermisi olup tepesinde patlayacaktır.
Buraya kadar “Asker eğitimden anlamaz.” diye düşünenler için, Zırhlı Birlikler Vazife ve Eğitim Plânlarını hazırlamış bir subay olarak açıklamalar yapmaya çalıştım. Zira öğretmen olan bir arkadaşım bana, “Sen askersin, öğretimden ne anlarsın.” demişti. Ola ki bu arkadaşım gibi düşünenler çıkabilir.
Sn. Yücel Koç yukarıda bahsettiğim makalesinde diyor ki; “Dünya, artık çocukların yeteneklerini çok küçük yaşlarda keşfedip gerekirse ilkokuldan direkt üniversiteye taşırken, bizim hâlâ yüz yıl önceki kafayla hareket ediyor olmamız, can sıkıcı.” Aynen katılıyorum.
Peki, bundan nasıl kurtuluruz? Keşke yüz elli, iki yüz yıl önceki kafayla hareket etmiş olsaydık. O yıllarda eğitimimiz dört yaş, dört aylık olunca başlardı. Yapılan yetenek ve zekâ testleri sonunda seçilen üstün zekâlı çocuklar ki bunlara devşirmeler de dâhil, Enderun gibi bir mektepte okutularak her alanda kabiliyetli devlet adamları yetiştirilirdi. Oysa zamanımız “dijital bilgi” çağı, daha hızlı sonuç alıcı çalışmalar yapmış olmamız gerekirdi.
Yücel Koç kardeşimiz makalesinde, yeni Milli Eğitim Bakanımız Ziya Selçuk Hoca’nın, geçmişte eğitimle ilgili söylediklerine yer vermiş. Sn. Ziya Selçuk Bey diyor ki;
“Araçları amaç kıldık; sınav kazanmayı sistemin ana gayesine dönüştürdük. ÖSYM bir dakikada soru çözebilenleri başarılı, iki dakikada çözebilenleri başarısız diye etiketlerken, aslında milyonlarca çocuğumuzun kendine olan güvenini yok eden bir kuruma dönüştü. Türkiye'de başarısız olarak etiketlenen on binlerce çocuğumuz dünyanın iyi üniversitelerinde pekâlâ üstün başarılar ortaya koydu.”
Bu durumdan kurtulmak için ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız? Bunların cevabını duymak istiyoruz. Hangi teknolojiyi ve metodu kullanarak yapacağız?
Soru çözmeye odaklanmış ve öğrendiklerini kendine mâl edemeyen yani sentez yapamayan ve edindiği bilgilerle günlük hayatına yön veremeyen, hazırcı bir gençlik yetiştirdik. Öğretmenlerimize çok iş düşüyor. Kendine güven duyması için öğrendiğini tatbik eden öğrenciler yetiştirmeliyiz.
Mesela; ortaokuldayken Thales teoreminden istifade ile tepesine çıkmadan, mahalledeki elektrik direğinin yüksekliğini ölçtüm. Aynı bilgiyi meslek hayatımda, kayık veya bot kullanmadan bulunduğum sahilden bir nehrin genişliğini ölçmekte kullandım. Bilgiyi kendime mal ettim. Evde laboratuvar kurup suyun elektrolizini yaptım, hidrojen gazını patlamada ve oksijen gazını ateşlemede kullandım. Roket teknolojisinin en iptidai uygulamasını, okulun bahçesinde konserve kutularını uçurarak yaptık.
Sn. Ziya Selçuk Bey diyor ki;
“Karnenin sol tarafı talim, sağ tarafı terbiyedir. Sol tarafa yazılacak notlar için kurulan sistemleri, altyapıyı ve bürokrasiyi düşünün. Bir de sağ tarafı öğretmenlerin ne şekilde doldurduğunu… Sonra da terbiyeli çocuklar yetiştirme konusunda ne kadar ciddi olduğumuzu...”
Evdekiler, karnemi aldığım zaman önce hal ve gidiş notuna bakarlardı. Çünkü disiplin, terbiye ve sosyal hayata uyum vs. gibi şahsiyet özelliklerim müspet mi, menfi mi? ona bakarlardı. Ders notları ikinci planda kalırdı. Çünkü annem daha küçük yaşlarda iken bana edeple ilgili ne varsa öğretmeye çalışırdı. Eve misafir gelir veya biz misafirliğe gideriz; “Oğlum teyzenin elimi öptün mü? Oğlum büyükler konuşurken çocuklar lafa karışmaz. Oğlum büyüklerinin yanında saygısızlık yapma sözlerine dikkat et, arkadaşın değil onlar.” gibi ikazlar ile beni doğruya yönlendirmiştir. Şimdi kaç çocuk yıkandığı zaman ve okula giderken annesinin elini öper? Kaç çocuk bir hediye aldığında hem teşekkür eder ve hem de verenin elini öper?
Sn. Ziya Selçuk Bey diyor ki;
“Bazı öğretmenler iklim oluşturur. Bazıları da sadece hava durumu sunar. Bu iki öğretmen tipi mutlaka ayrı değerlendirilmeli ve kıymetlendirilmeli.”
Bizzat bir devlet mektebi müdiresinin ağzından duydum; “Boş ver, yapacağız da takdir mi edileceğiz?” Bunu kendi personeline söylüyordu. Liyakat denilen şey mazide kalan bir mefhum oldu. Rahmetli Prof. Reha Oğuz Türkkan, Amerika’da yaptığı çalışmalarla dört eyalette teşvik ödülü alıyor, “Amerika’da kim kimdir?” (Who’s Who) ansiklopedisine alınıyor. Bizde ise; “Başımıza iş çıkarma, mevcut düzenle devam et” mi deniyor acaba? Bir “Aferin, tebrik ederim.” demek bile çok kuvvetli bir müşevviktir. Bunun için de öğretmenler nasıl teşvik edilmeli, bunları duymak istiyoruz. Marifet iltifata tâbidir. Teşvik ve ceza bir tayyarenin iki kanadı gibidir. Bu iki unsur dengeli kullanılırsa öğretmenler yenilikleri takip ederek yeni buluşlara imza atacak ve ortaya başarı çıkacaktır.
Sn. Ziya Selçuk Bey diyor ki;
“Eskiden şekeri sadece zenginler yermiş. Bu yüzden bazı insanlar ne kadar zengin olduklarını göstermek için dişlerini çürütürlermiş. Çürütemezlerse de siyaha boyarlarmış. Biz de bugün ne kadar başarılı olduğumuzu göstermek için çocuklarımızı çürütüyoruz.
Ortalamadan hızlı olmak, ortalamadan zeki olmak anlamına gelmez. Çocuklar sınavlarda bir veya iki dakikalık sürelerle puan kaybediyorlar. Ama gerçek hayatta öyle problemler var ki, bir ömür sürüyor. Birkaç dakika süren problemlere de genelde ihtiyaç molası deniyor.
Bir kere başarısız olmak her şeyin sonu değildir. Ehliyetinizde kaçıncı seferde aldığınız yazıyor mu?”
Çok doğru. Acaba velilerin bu yanlış yaklaşımlarını düzeltecek ne gibi tedbirler alacağız? Rehberlik hocaları mı, Bakanlık mı ele alacak? Nasıl olacak duymak istiyoruz. Tespitler tamam. Problemleri görüp ortaya bırakmayalım. Çözümü ne ise, en detaylı şekilde çözümünü ortaya koyalım. Genel ifadeler ve sistemle ilgili değişiklikler önemli, fakat nasıl daha iyi, daha çabuk, daha kalıcı ve daha zevkli öğretiriz, bu soruların cevapları da verilmeli. Biz de bilelim ki bir veli olarak takip edelim.
Allah rahmet eylesin Prof. Reha Oğuz Türkkan, Sorularla Programlanmış Öğretimin (S.P.Ö.) dünyadaki üç uygulayıcısından biri olarak, Amerika’dan, eğitimdeki gelişmeleri, her fırsatta Milli eğitim Bakanlığına bildirmiş. 1976 yılında M.E.B.’nın beyni sayılan Talim Terbiye Kurulunun üyelerine 2 gün süren bir seminerle, ”S.P.Ö.” ve “Çok Araçlı-Eğitim”in bir parçası olan, Bilgisayar Destekli Eğitim Sistemlerini anlatmasına rağmen sonuç sıfır, hâlâ bir uygulama yok. Sorularla Programlanmış Öğretim metodu ile ilgili hiçbir teşebbüste bulunulmamış. 1992’den beri rahmetli Türkkan Hoca’nın özel talebesi olarak her fırsatta, her platformda, dilim döndüğünce bu metodun önemini anlatıyorum, hitap ettiğim kurumlarda bir kıpırtı göremedim. Belki yapmak isteyenler çıkmıştır ama bu bir ekip çalışmasıdır. Bu konudaki uygulama talimatını ilgili mercilerin vermesi gerekir. Yaşım yetmiş oldu galiba ben de Reha Hocam gibi bu metotla programlanmış ders kitaplarını göremeden ölüp gideceğim. Bugüne kadar beni arayıp da nasıl yapacağız diye bir soran da olmadı çünkü.
Şimdi son defa bu gazetenin sütunlarından ilgililere sesleniyorum. Sizce öğretim metodunun hiç mi önemi yok? Konu tek başına bir öğretmenin yapacağı kadar basit değil. Belki uzaktan ferdi öğretim ilkelerini, sınıftaki öğretime entegre edebilir. Fakat materyal hazırlama işi bir ekip çalışmasını gerektiriyor. Bunun talimatını hangi merci verecek? Anlaşılması zor konuların, kolayca öğrenilmesini sağlayacak bir metot hiç mi önemli değil? Eğitim teknolojisi deyince sadece bilgisayar, video, projeksiyon cihazı vs. gibi yardımcı ders malzemeleri mi akla geliyor? Metot hiç mi akla gelmiyor? Bu sorularımızın cevaplarını detaylı olarak, yetkililerin ağzından duymak istiyoruz.