Manastırlı Hamdi bey, 16 mart 1920 tarihinde hızla telgrafının başına oturdu. Acilen Mustafa Kemal’a haber vermek zorundaydı.

    •    Şehzadebaşı karakolu ingilizlerce basıldı.

    •    6 kişi şehit oldu. 15 kişi yaralandı.

    •    İngiliz askerleri dolaşıyorlar.

    •    İşte şimdi Harbiye Nazılığına gidiyorlar.

    •    İşte içeri giriyorlar.

    •    Nizamiye kapısına geldiler.

    •    “Teli kes, ingilizler buradadır”. Ve tel kesilir.

Şehzadebaşında bir otel baskınıyla başlamıştı gerçek işgal, 3 üncü Kafkas fırkasından 6 asker ilk baskında şehit edilmişti.

30 Ekim 1918 tarihinde, batı için çok farklı anlamlar taşıyan ‘Agemennon’ gemisinde imzalanan Mondros Ateşkes anlaşması ile topraklarımızın bütünlüğü ve Osmanlı sona ermişti. 13 Kasım 1918 günü de ilk defa İngiliz askerleri İstanbul’a zırhlı gemilerle girdi. Balonlar uçurdular. Yaklaşık yüz metre havadan askerlerinin güvenliği için inceleme yapıldı. O gün dost görünümleri ile asıl niyetlerini gizleme peşindeydiler. Ama 16 Mart 1920’de tam işgal başlamıştı. İlk etapta telgraf merkezleri, harbiye, bahriye nazırlığı ve bir çok devlet dairesi işgal edildi. Karakollar basıldı. Askerlerimiz şehit edildi. Galata rıhtımına yanaşan ingiliz gemilerinden inen binlerce asker İstanbul sokaklarında düzen içinde uygun adım yürüyerek Türklere göz dağı veriyorlardı. Evlere dahi baskınlar yapılmaya başlanmıştı. İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri sokak sokak geziyorlardı. Yunan’ın Anadolu’da yaptığı gibi hemen camileri kapattılar. Ezanlar susmuştu. Türkler onur kırıcı hareketlere maruz kalmamak için sokağa çıkmaktan kaçınıyorlardı. İşgal askerleri sokakta gördükleri erkeklerin feslerini çıkartıp yere vurur, çiğnerlerdi. Laf etmeye kalkanı jop ile döverlerdi. Kadınların başörtülerini açıp, saçına, yüzüne bakmaya çalışırlardı. İhtiyaçlar sebebiyle sokağa çıkmak zorunda kalanlar duvar kenarlarından, başları önde, sinerek gidip gelirlerdi. Dünyaları kapkaraydı. 600 yıldır esaret yüzü görmemiş Türk ulusu ne yapacağını bilemez haldeydi. Yüzleri, gönülleri hüzünlüydü. Özellikle acımasız Fransız sömürge Etyopyalı askerlere görünmeden işlerini halletmek istiyorlardı. Yeni patikaları gölgeler olmuştu. Gönülleri gibi yolları da kararmıştı. İngilizlerle karşılaşmak istemiyordu. “İnsan içine çıkamamak” deyimini yaşıyorlardı. Kendi şehrinde bir çok ilçeye gitmeleri adeta yasaktı. Tramwaya takılan çocukları bile döverlerdi. Beyoğlu, Kurtuluş tamamen İngiliz, Rumların yaşadığı, eğlendiği, gezdiği yerler olmuştu. Türkler utanç içindeydiler. Kendilerinde de kabahat buluyorlardı. Yüzyıllardır yönettikleri, alt toplum kendini geliştirmişken, Osmanlı yerinde saymıştı. Sanayi, sağlık, tarımı ileriye taşıyamamışlardı. Ortalama ömür 40’tı. 41’i görene ‘41 kere maşallah’ denirdi. Bankacılık, demiryolları, limanlar, madenler yabancılara aitti. Esnaflığı ele geçirmiş gayrimüslümler Türkleri yanlarına çırak bile almıyorlardı. Usta olup işi öğrenmelerini istemiyorlardı. Elektrik yoktu. İthalat, ihracat Levantenlerdeydi. Anadolu’da halen kağnılarla nakliye yapılabiliyordu. Yabancılar kanun ve nizamda imtiyaz almışlardı. Fransızlar öyle bir imtiyaz almıştı ki kendi ülkemizde ticari evraklarımızı Fransızca hazırlayabiliyorduk. Saray gayrimüslümlere destek oluyordu. Türklük utanılarak söylenen bir ifade olmuştu. Türk müsün? dendiğinde “estağfurullah” demek durumunda kalınırdı… Ülkede neredeyse okul yoktu. Üniversite yoktu. Var olan medreselerde Türkçe ders yoktu, arapça, farsça okunurdu. Okuma yazma oranı erkeklerde yüzde yedi, kadınlarda binde dörttü. Türklere futbol oynamanın bile yasaklandığı dönemi yaşamışlardı. Bu süreçte Türkler, ayakları kendi elleriyle baş yapmışlardı. Milletvekilleri, subaylar, bürokratlar ardı ardına tutuklanıyordu. Padişahın, hükümetin işgale karşı koyacak gücü yoktu. Özellikle de yüzyıllarca beraber yaşadığımız, komşuluk yaptığımız Rumların yaptığı kötülükler insanlarımıza çok ağır gelmişti. Kendimizi değersiz hissetmemizi sağlayacak küçümsemeler de bulunuyorlardı. Öz saygımız yitmişti. Başımıza şeytan gibi dikilmişlerdi. Yıllarca intikam biriktirmiş gibiydiler. İnsanlık onurumuzu kırıyorlardı. Ama hepsinden öte Türkler, yaradılmışların en yücesi insana yakışır tutum sergileyip gelişemedikleri, dünya imtihanların da geride kaldıkları için yaradana karşı mahcubiyet içindeydiler… Başları öne eğilmişti…

İngilizlerin, Rumların bu tutumları yaradanın onlara verdiği bir cevaptı sanki… Tekrar imtihanlarına sarılmalıydılar… Ve layık olabilmek için istiklal mücadelesinin başlaması, insani onurlarını, dinlerini, gelişimlerini tekrar ellerine almaları gerekiyordu. Anlamışlardı çalışmamanın, gelişmemenin; Geleceğe dair hiçbir iz bırakamamak olduğunu. Çalışmamak kaybolmaktı… Ne yazık ki geldikleri noktada ter akıtmanın ilk adımı cephelerde olabilirdi. Kendi canlarını, sevdiklerinin canlarını feda ederek artık geri dönüş sağlayabilirlerdi.

Bu tarihten sonra İstanbul’dan Anadoluya kaçak geçişler iyice coştu. Ya istiklali yaşayacaklardı, ya da istiklalsizliği yaşayacaklardı. İstiklalsizlik ise; Gölgelerde yaşamaktı, yaşarken tabuta girmekti, onuru incinmesin diye sokağa çıkamamaktı, evde mapus kalmaktı, evladına kendi kültürün ile yetiştirememekti, yani kısaca “Ölümdü”.

Anadolu’ya kaçışlarla birlikte Kuvayi Milliye daha da güçlenmeye başlamıştı. Başlarında dünya sınavlarına geri dönmelerini sağlayabilecek, oyuna Türkleri tekrar dahil edebilecek yeteneklerle kendini donatmış bir Mustafa Kemal Paşa vardı.

Mustafa Kemal paşa 26 Ağustos 1922 gününe kadar inanılmaz stratejiler geliştirdi. Dünya literatüründe görülmemiş taktikler ortaya koydu. İngilizlerin, Çanakkale savaşında karşı karşıya gelip tanıdıkları Mustafa Kemal’den neden çekindiklerini tekrar ispatlıyordu. Ülkesini işgal etmiş düşmanlara gözdağı verirken, röportajlarında dünya medyasına barışın insanlık için ne denli önemli olduğunu anlatıyordu. Kurtuluşun ardından izleyeceği barış paktlarının fizibilitesini şimdiden hazırlıyordu.

30 Ağustos 1922 günü Yunan askerlerini ege denizine biçtiler. Dört yıllık çabalarının sonucu olan mahsulu almışlardı. “Mahsul varsa, mükâfatı da vardı.” En önemli mükafatları vatansız kalmamaktı. Yunan’ın İzmir’den girişi, İngiliz’in İstanbul’u işgaliyle yaşanan Türklük mahsulunun kıtlığı, verilen özverili, bilimsel, yaratıcı mücadele ile mükafata dönüşmüştü. Ama halen bir şeyler eksikti. Mustafa Kemal Paşa Türk milletinin özverisine, kadınının, erkeğinin, çocuğunun mücadele mükafatının daha fazla olması gerektiğini biliyordu. Erdemli, ahlaklı Türk milleti korku ve tehdit altında bırakılmıştı. Tekrar özlerine dönmeleri için halk devrimleri başladı. Öncelikle düşman ile anlaşmış, Sevr anlaşması ile ülkenin tapusunu teslim etmiş ve ulus mantığına aykırı olması sebebiyle Saltanat rejimi kaldırıldı. Çünkü bu topraklar için mücadele veren bu ulustu… Diğer ulusların bu süreçteki tutumu malumdu. Türklerle birlikte işgale direnen, mücadele eden herkes Türk ulusu oldu. Ve şimdi de sıra vatanı bu ulusa, cem’e, cum’a, cumaya, cüm’e, cümle’ye, cumhura bırakma vaktiydi. Derhal cum’un ilelebet hürriyetini sağlayacak yegane rejime geçildi. Cum Hürriyet, Cumhuriyet ilan edildi. Artık Türk milleti kendi kendini yönetecekti.

İşte bugün A’dan Z’ye aynı ruhta olduğunu görmek istediğimiz Türk milleti, kendi kendini yönetmeye başlayalı, 1918-1923 arası Dünya medyasında Konstantin olan şehrimizin tekrar İstanbul diye anılmaya başlayalı tam 100 yıl oldu. Cumhuriyetimizin alt yapısı sağlamlaştırıldı. Öyle derma çatma, bedevice kurulmadı. Küresel güçleri yenip, yıllar boyunca onların düşmanlıklarının devam etmesine rağmen bunca sene dayanabilmiş başka Cumhuriyet yok.

100 üncü yılımızın, Cumhuriyetimizin kıymetini bilip, Ulus kalıp, o günleri hiç unutmayıp, adaletimize, otokontrollerimize sahip çıkıp, planlamamızı sağlıklı yapıp, çocuklarımıza tarihimizi detaylıca anlatıp, sindire sindire öğrenmelerini sağlayıp daha nice yüz yıllar yaşayabiliriz.

Olur da bir gün; Hollanda Özgürlük Parti Lideri Geert Wilders’in, Hollanda’da yaşayan Türklere “Türkiye’ye gidin ve asla geri dönmeyin” benzeri bir ifade duyulduğunda… Çocuklarımızın gidebilecek vatanları olsun, yaşadığımız o dört yıllık kıtlık bir daha yaşanmasın…