139 yıldır, hüzünlü, sıkıntılı ve üzüntülü günlerimizde  düşürmediğimiz bir şiirdir; Makber. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ve Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında verdiği eserlerle Modern Edebiyatın doğuşunda etkili isimlerden biri olan Abdülhak Hamit Tarhan ve ölümsüz eseri Makber ’in hikayesi çok acı bir aşkın hikayesidir. 

Abdülhak Hamit Tarhan, köklü bir aydın ailesine doğmuş, hayatının her döneminde yüksek mevkilerde bulunmuş şanslı bir adamdı. Dünyanın birçok yerini gördü. Döneminin önemli sanatçılarından biri oldu. Tanzimat, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşayarak gözlemleyen Abdülhak Hamit, bu dönemlerin edebiyatlarına da dahil oldu. İlk kez Süleyman Nazif’in kendisine kullandığı Şair-i Azam (Büyük Şair), Abdülhak Hamit Tarhan’ın anıldığı sıfatı oldu. 

Abdülhak Hamit, aynı zamanda bir diplomattı ve hem Doğu hem de Batı ülkelerinde bulunmuş, gözlemlerinde kıyaslama yapabilmişti. Bu durum onun edebiyatına da katkısını esirgemedi. Abdülhak Hamit, böylece Türk Şiirine, Batı’dan yeni konular getirmiş, oyunlarından esinlenerek yazdığı oyunlarla da Türk Tiyatrosuna yeni bir bakış açısı olan felsefi düşünceyi kazandırmıştı…

Büyük Şair Abdülhak Hamit, 2 Ocak 1852’de “gözlerini açtığı!” bu hayata, 12 Nisan 1937’de veda etti

Makber Şiiri aslında, Abdülhak Hamit ve ilk eşi Fatma Hanım’ın hikayesidir. Fatma Hanım henüz 13’ünde. Tarhan ise, evlenmek istemeyen, kimseleri beğenmeyen bir genç adamdır. Lakin Abdülhak Hamit mutluluğu Fatma Hanım ile bulmuş; ama bir yandan kaybetme korkusu ile de o zaman tanışmıştı. Edirne’de, Abisi Nasuhi Bey’in konağında evlendiler. Abdülhak Hamit, biricik karısını kaybetmekten öylesine korkuyordu ki! Hatta anılarında şu cümlelerle anlatıyordu bu kaygısını: “Beraber gezerken düşecek diye tutacak oluyordum. Uyurken bir akşam uyanmayacak, ölecek gibi duruyordu. Güldüğü zaman güzelliğini uçacak sanıyordum.”

Kim bilir, belki de Abdülhak Hamit, sonunda olacakları önce kalbiyle hissetmişti. Ya da çok sevince böyle bir korku, herkesin heybesini dolduruyordu. Bu evlilik, onlara Hüseyin ve Hamide adını verdikleri iki çocuk getirmişti. Bir zaman sonra Paris Sefareti Katipliği göreviyle Paris’e gitmesi gerekti. Bu Paris’e ikinci gidişiydi. Ama bu gidişte eşini ve çocuğunu İstanbul’da bıraktı. 

Abdülhak Hamit, Fransa’da iki yıl kaldı. “Nesteren” adını verdiği oyunu sebebiyle görevden alındı ve ülkesine gönderildi. Ayrılık bir başladı mı, ardı arkası kesilmiyordu besbelli. Önce Edirne’ye gönderildi. Ağabeyinin Rize’de mutasarrıf olarak Rize’ye gönderilmesinin ardından da Berlin Konsolosluğu’na gönderildi. 

Bu kez ailesini de Rize’ye, ağabeyinin yanına bırakmıştı. Ailesini yalnız bırakmak istemiyordu. Oradan oraya tayinleri sürdü. Gürcistan, Yunanistan… Her şey 1883’te başladı. 

Fatma Hanım, Hâmid’le on bir yıllık evli iken, 24 yaşında, verem hastalığına yakalanmış, iki yıl bu hastalığı çektikten sonra 1885’te 26 yaşında iken vefat etmiştir. Fatma Hanım, vereme yakalandığında Hamid, Golos Başşehbenderliği görevindedir. 

Fatma Hanım, ilk önce bronşit hastalığına yakalanır, daha sonra bu hastalık vereme dönüşür. Oradaki doktorlar havası iyi gelir diye onlara Hindistan’a gitmelerini tavsiye ederler. Korkuları bir bir dönüyor gibiydi. O sıra Bombay Konsolosluğu tayinini, havasının karısına iyi gelecek umuduyla kabul etti. Bunun üzerine Hâmid ve eşi, 1883 yılında Hindistan’a giderler. Burada iki yıl kadar kalırlar. Fakat Fatma Hanım, burada iyileşemez. Hastalık ilerleyip durumu ağırlaşınca Hindistan’dan ayrılmak zorunda kalırlar.Ancak Fatma Hanım günden güne kötüledi. 3 yıl sonra İstanbul’a dönmeye karar verdiler.

Ne yazık ki, kaderde evine dönemeden ölmek vardı Fatma Hanım’ın.  Fatma Hanım, ülkeye dönemeden yolda, denizde, Beyrut açıklarında 1885 yılında vefat eder. Cenazesi Beyrut’ta defnedilmek zorunda kalır. Bu sırada Hâmid’in ağabeyi Nasuhi Bey, Beyrut vilayetinin valisidir. Bu yüzden cenazeye büyük bir katılım olur.

Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,

Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.

Şimdi buradaydı, gitti elden,

Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o haksar kaldı,

Bir köşede tarumar kaldı,

Baki o enis-i dilden, eyvah,

Beyrut’ta bir mezar kaldı.

Her yer karanlık pür-nûr o mevkî?..

Mağrib mi yoksa makber mi yâ Râb!

Yâ hâbgâh-ı dilber mi yâ Râb,

Rüyâ değil bu ayniyle vakî.

Kabrin çiçekten bir türbe olmuş,

Dönmüş o türbe bir haclegâhe,

Bir haclegâhe dönmüşse türben

Aç koynunu aç maşukânım ben.

Sen öldün, ölüm güzel demektir,

Ölsem yaraşır gamınla her gün.

Abdülhak Hamit Tarhan, 40 gün Beyrut’tan ayrılmadı. Her gün karısının mezarı başına, ziyarete gitti. İşte bu acı, Tarhan’a Makber’i yazdırdı. Tüm acısını, bu şiirde anlatmıştı. Abdülhak Hamit Tarhan hayatına devam etmişti. Makber ile imparatorluğun sınırlarını aşan bir ün de kazanmıştı.

Kısacası; okurun duygularına seslenen Makber şiiri, metafizik ürpertiyi de Türk şiirine getirmişti. Öyle ki aradan geçen onlarca yıla rağmen, birçok şaire eser kaynağı olacaktı.

En büyük temennim, şimdiki gençlerde inşaAllah Abdülhak Hamit misali severler eşlerini; sonları benzemesin dileğiyle.