Türküleri yazmamak olur mu hiç? Katiyen olmaz. Şu arz üzerinde bizi öbür milletlerden ayıran birkaç husustan evvelki yazılarımda bahsetmiştim ki, be

Türküleri yazmamak olur mu hiç? Katiyen olmaz. Şu arz üzerinde bizi öbür milletlerden ayıran birkaç husustan evvelki yazılarımda bahsetmiştim ki, bence bunlardan en mühimlerinden biri de şüphesiz türkülerimiz.

Ah bu türküler
Türkülerimiz
Ana sütü gibi candan
Ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler,
Köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi
Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni…
Ben türkülerden aldım haberi…
Bu dizeler, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Türküler Dolusu şiirinden bir bölüm olup tam da türkü sevdamızı anlatıyor.
Açıkçası türküsüz olmuyor. Ne yazılsa az gelir bu bahse dair. Bu topraklar üstünde asırlardır yaşayan Anadoluluya -eski İstanbullu değil ama- ait mutluluk, umut, hasret, acı, gurbet, Karacaoğlan’ın dert yandığı bir yalnızlık, bir ayrılık, bir ölüm ve ağlarını durmaksızın ören kadere, hayata, işte şu âleme dair ne var ise türkülerde gelmiştir dile.
Yani sevgili okurum, bir türküyle sayfalar dolusu kitapların anlatamayacağı kadar çok şey anlatırsın. Peki, buna sebep ne ola acaba? Öyle uzun uzadıya düşünmeye ne lüzum var? Hakikat tabii, yahut çırılçıplak, ayazda kalmış, örtüsüz o gerçek. Bir yerde bir yaşanmışlık üstüne türkü yakılmışsa orada karşınıza çıkacak yegane şey, gün gibi ortadaki o acı gerçektir ve evet, türkülerin çoğu bu gerçeğin acı tarafıyla alakalıdır. Buna dair misaller o kadar çok ki… Bir Yemen Türküsü var, üstünden 120 sene ancak geçmiş. Bir radyo ya da efkarlı bir âdemin dudaklarından dökülse garip bir acı gelir, iğne ucu kadar da olsa bir çatlak bulur ve oradan sızıverir içeri ve ince mi ince bir cızzz…’la yakar geçer. Hem öyle bir yakar ki, elleri soğuktan çatlamamış, ayaklarına ömrübillah bırak kar, yağmur suyu bile girmemiş, kutup soğuklarına dayanacak kadar sağlam giyimli ve hayret, türkü denen o ağır, biraz da marazlı mazimize burun kıvırmış, saman alevi misali en fazla mevsimlik ömürleri olan şarkımsılarla mesut olmuş medeniyet erbaplarının dahi bir yerlerinden sızar da köze düşen damla misali yakıverir alimallah.
Bu ülkede içimizi en çok türküler dağlar. Çünkü bazılarımız ne kadar uzak olsak da içimizde bir yerlerde nenelerimizin, dedelerimizin kendi nene ve dedelerinden dinleye dinleye kanına işlemiş türküleri var ve bu vatanın güzel insanları kaçamazlar bu hakikatten; en fazla kaçar gibi yapsalar da uyanıkken uzak durdukları türküler, uyku âlemlerinde bu kez düşer onların peşine ve kim bilir hangi yitik zamanın derinliklerinde dinlediği bir türküyle uyanır ve rüyamda türkü gördüm, der.
Velhasılıkelam, türkü genlerimizle alakalı bir haldir ve varoluşumuzun ayrılmaz bir parçası, bir içgüdüdür de aynı zamanda. Türkülerin çocuğu olmak, bizler için bir kader ve bizim türkülerimiz bu topraklardaki tarihimizden dahi eskidir. Türkülerimizin yankıları da Narsis ile Eko arasındaki platonik aşk mitinden de öteye gidiyor haliyle. Bu topraklarda hiçbir şey türkülerden eski değildir ve dilimiz, kültürümüz yani yaşam tarzımız ve hatta inanç değerlerimiz türkülere sımsıkı tutunup bugünlere gelmiştir. İşte bu yüzdendir ki, türküler ölümsüzdür. Gerçi pek eski olmayan ve kesinlikle biraz küçük görme tabiri olarak kullanılan türkücü yakıştırması bizim türkülerimizle bağdaşmayan bir ifadedir. Falan türkücü, dendi mi sıradan, önemsiz biri gelir aklımıza fakat bu, türkünün şanına leke sürmez. Şarkı söyleyenlere şarkıcı dense de türkü çığıranlara türkücü tabiri pek uymuyor sanki. En iyisi ozan demek galiba ya da sanatçı. Ama bu tabirler için hem çalıp hem söyleyen hatta üreten olmalı ki, onların da sayısı çok değil. Yeri gelmişken birkaç ozan sayalım: Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Mahsuni Şerif, Sabahat Akkiraz, Arif Sağ, Güler Duman ve tabii, daha sayamadığım nice kıymetli türkü ustası…
Türkülerle ilgili bir başka husus da çoğunun anonim olması hatta zamanla anonimleşmesidir. O derece halka mal oluyorlar işte. Bizler, yaşama sevincimizi, umudumuzu, takatimizi bu toprağın türkülerinden alıyoruz. Türkülerimizdeki felsefeden olsa gerek ümmi anamız, babamız dahi birer halk bilgesi olabiliyor.
Yazımı bitirmeden evvel döne döne dinlediğim bir türküden de bahsedeyim. Erzurumlu Âşık Sümmani’mizin (1861-1915) Ervah-ı Ezel’den türküsü… Muazzam sözler, acının bu kadar lirik anlatımının en som hali ve Yaradan’a sitemin en zarif dile gelişi. Bu türküyü Arif Sağ’dan tutun da Cengiz Özkan, Ahmet Aslan, Cem Doğan’a, Yudum’a ve Müslüm Gürses ile Halil Sezai’ye kadar hatta birçok sanatçı okumuş ve bir de Grup Abdal okumuş ki, dinledikçe mest oluyor insan. Dinleyenlerden biri de şöyle bir yorum yapmış: “Bu yorum beni üç yıldır ağlattı, çarptı; döndü dolaştı tekrar çarptı. Ne zaman ağlamak istesem dinliyorum ya da ne zaman dinlesem ağlıyorum. Bu nedir ya bu nasıl bir şeydir, bu nasıl bir eserdir?”
Ne diyelim sevgili okur, ölmek için geç, yaşamak için erken olsa da türkülerle gömsünler bizi gene de. Türkülü rüyalar…