1991’de, babaannem, hiç beklemediğimiz bir anda vefat ettiğinde dokuz yaşındaydım. Babam, ölümün yasının tutulduğu

1991’de, babaannem, hiç beklemediğimiz bir anda vefat ettiğinde dokuz yaşındaydım. Babam, ölümün yasının tutulduğu ilk günlerde, yavaş yavaş kırışmaya başlamış ellerini, tülü (uzun, kabarık) saçlarımda gezdirdi. Sonra bana, bunu söylemek zorunda kaldığı için, içi acıyarak baktı.


“Oğlum, bundan böyle dedenle birlikte kalacaksın, onun ufak tefek - Ülfet Amcanın bakkalından ekmek alıp gelme, sefer tası içinde evden yemeği getirme, sofrayı kurma ve kaldırma gibi - ayak işlerini göreceksin. Dedene, ninenin yokluğunu hissettirmeyeceksin.” dedi.


Babamın söylediklerine itirazım olmadı ama “Tamam!” da demedim. Gerçi o zaman, annemden babamdan ayrı olmamın, dedemin görmezden gelmeyle karışık şefkatine sığınmanın, ileriki yıllarda bana sağlayacağı sınırsız özgürlüğü ve mutluluğu sezmemiştim henüz.


Onun yanında yattığım zamanlarda çok sevdiği, benden sonra en iyi arkadaşı olan, eski radyosunu açardı sabahları, dedem…


Radyo’da Nevin Akol’dan ‘Akşam Oldu Yakamadım Gazımı’, Sezen Aksu’dan 'Belalım', Erkin Koray’dan 'Öyle Bir Geçer Zaman Ki' ve Musa Eroğlu’dan 'Mihriban' gibi kederli eserler çalardı.


Ben bu şarkılar/türküler eşliğinde uyandığımda, yüreğimin alt tarafında karıncalı bir şeyler dolaştığını, sebebini hâlâ çözemediğim, tarifsiz ve dişlili acılara giriftar olduğumu anlardım.


Kendi kendime, içimde bir kucak kahredici çökeltiyle neden gözlerimi açtığımı öğrenmek isterdim ama bir sonuç bulamazdım. Gelen elemli nağmeler eşliğinde sancı çekmeye ve yorganı üstüme daha çok çekmeye devam ederdim.


Uyku mahmurluğum geçtikten ve anlamsız acılarım da tavsadıktan sonra dedemin kendi kendine konuşarak hazırlık yaptığını görürdüm. Onunla öteden beriden ve genellikle mazinin derinliklerinden sohbet ede ede kahvaltı ederdik.


Menümüzde sert bir peynir, iri iri (çekişge) zeytini ve demli bir çay bulunurdu. Fakat bunlar öyle tatlı gelirdi ki o gün akşama kadar başka yemek yemesem bile, sanki hiç acıkmazdım.


Üniversite okumaya gittiğimde İstanbul’un en güzel mekânlarındaki ve bilhassa Boğazın kenarındaki kuş sütü eksik kahvaltıların; dedemle birlikte yaptığımız yoksunluk dolu o sabahların yerini tutmamış olması beni hep düşündürür ve hüzünlendirir.


***


‘Bir Roman Bir Hikâye’miz vardı birde. [Sevda Çiçeğim (Başkalarının Hayatı) isimli romanımın kahramanları Bekir Sami Efe ile torunu Fetibey’de Bir Roman Bir Hikâye’yi dinlemeyi severdi değil mi?]


Bir Roman Bir Hikâye, hâlâ devam etmektedir, fakat o yıllardaki gibi insana huzur, mutluluk, farklı dünyalar ve melankoli vermekte ısrar etmekte midir, onu bilemeyeceğim.


Hafta içi her gün saat 22.45 ile 23.00 arasında Radyo 1'de yayımlanırdı bu program…


Türk ve Dünya Edebiyatı’ndan seçilen kitapları, Mehmet Akay, Işık Yenersu ve Rüştü Asyalı gibi sesini ve Türkçeyi iyi kullanan büyüklerimiz okurdu. Dedem kaçırmazmış... Ben de zoraki başlamıştım ama yıllarca bırakamadım bu arkası yarın okumalarını...


Bir kitabı elinde tutmak, anlamadığında dönüp bir daha okumak ile; radyodan dikkatle dinlemenin arasında fark olduğunu o zaman öğrendim. Dinlerken zihnim hayal kurmak ve telaffuz edilen satırları kaçırmamak için daha çok uğraş veriyordu çünkü.


Gizemli, ıstıraplı Ralph Vaughan Williams’ın, Fantasia On Greensleeves isimli klasik müziği çalar ve yine insana hüzün, keder, kayıp duygusu ve melankoli veren Işık Yenersu’nun sesi duyulurdu.


“Sayın dinleyiciler, Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanına kaldığımız yerden devam ediyoruz.”


Biraz önce adı geçen çetrefilli acıyı; bu program az sonra bitecek olduğu için duyardım belki de… Çünkü 15 dakika çabucak geçer ‘Bir Roman Bir Hikâye’ sona erer ve sonraki bölüm için müthiş bir merak başlardı bende. Ve sabah hangi tarifsiz acıyla uyanacağım korkusu...


***


Günler gelip geçti, ben hep dedemin yanında ve yakınında durdum. Yatılı okullardan geldikten sonra çantamı, eşyalarımı evimize koyup onun gölgesi, iç çekişleri ve öksürükleri altına koştum.


Sanki ona karşı sinirlerim alınmış gibi, kendisine bir defa olsun kızmadım, gerçek manada surat asmadım ve çok sıkıcı/çekilmez olduğu zamanlarda bile karşılık vermedim. Bunun karşılığında bana verdiği okul harçlıkları dışında bir menfaat ve maddi kazanç da elde etmedim.


2005’in sonunda, her zaman hazırlıklı olduğu ölüme gittiği güne kadar, dedemin etrafından hiç ayrılmadım. Kendisi o kadar müsamahalı, görmüş geçirmiş bir adamdı ki sırf karışmış olmak ve büyüklük taslamak için, (yanında olduğum süre zarfında) benim hiçbir şeyime burnunu sokmadı.


Yeni yetmeliğimde, onun az ilerisinde, Nazilli sokaklarında platonikçe tutulduğum kızlara masumane mektuplar yazardım. Bunları bilmesine rağmen benim hatrımı ve şevkimi kırmazdı. Bazan “Kendini fazla kaptırma, dikkat et, tadını kaçırma,” derdi ve ben de mesajı almış olurdum.


Şimdi ne zaman az önce bahsini ettiğim şarkılardan/türkülerden birini işitsem; dedemin, tek göz, kışları sıcak yazları da serin tutan toprak evini, Nazilli Yeşil Mahalle’deki aklı bir karış havada kızlara yazdığım mektupları, jarse minderlerin üzerinde kırık dökük ders çalışmalarımı, erken gelen kış gecelerindeki radyo programlarını ve yaptığımız mahrumiyetli kahvaltıları hatırlarım.


Ardından, ayağını şöyle bir uzatsan veya sağından soluna dönsen bile farklı sesler çıkan, o jarse minderler üstünde uyandığım sabahlardaki gibi, kalbimin altına, kalaylanmamış bir ağrı girer…