Dünyanın farklı köşelerinde birbiriyle bağlantılı savaş ve kriz dinamikleri yaşanırken, Türkiye gibi jeopolitik önemi yüksek ülkelerin hangi stratejik pozisyonu alacağı, yalnızca kendileri için değil, bölgesel ve küresel sistem açısından da belirleyici hale gelmektedir.
Savaş krizleri öncesinde tarafsızlığı korumak, özellikle çok kutuplu dönemlerde egemen bir tercih olarak görülür. Ancak krizin sınır aşan niteliği kazandığı ve bölgesel istikrarsızlığın yayılma ihtimalinin güçlendiği dönemlerde, tarafsızlık pasif bir risk yönetimi yöntemi olmaktan öteye geçemez. İşte bu noktada, uluslararası ilişkiler teorisinde sıkça vurgulanan bir kavram öne çıkar: Caydırıcılık.
Realizm ve Caydırıcılık
Realist teori, devletlerin uluslararası sistemde varlıklarını sürdürebilmek için güç kullanma kapasitesine ve niyetine sahip olmaları gerektiğini savunur. Bu bağlamda, yalnızca savunmada kalmak değil, gerektiğinde ön alıcı ve caydırıcı bir pozisyon almak da hayati önem taşır.
Neorealizm ise devletlerin, özellikle kendi çevresindeki tehditlere karşı dengeleyici aktör olarak hareket etmesini bekler. Zira sistemde otorite boşluğu varsa, bölgesel güçlerden biri bu boşluğu doldurmazsa, dış müdahaleler ve vekalet savaşları kaçınılmaz hale gelir. Türkiye de bu bağlamda, sınır komşularında gelişen her çatışmada sadece izleyici değil, denge kurucu bir aktör olmak zorundadır.
Türkiye’nin Konumu: Risk mi, Rol mü?
Günümüzde Türkiye, hem Avrupa ile Asya’nın kesişim noktasında hem de NATO üyesi olarak küresel güç mücadelelerinin tam ortasında konumlanıyor. Suriye’de, Irak’ta, Karabağ’da, son olarak İran-İsrail gerilim hattında yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin jeopolitik kaderinin coğrafi sınırlarını çoktan aşmış durumda.
Bu nedenle Türkiye’nin, sınır komşularında patlak veren ve yayılma ihtimali yüksek olan krizlerde yalnızca tarafsızlık ilkesiyle hareket etmesi, uzun vadede kendisini kuşatılmış bir güvenlik iklimine mahkûm edebilir.
Caydırıcılık Ne Anlama Geliyor?
Caydırıcılık yalnızca askeri tehditlerle sağlanmaz. Aynı zamanda diplomatik ağırlık, ekonomik yaptırım gücü, yumuşak güç unsurları, hatta algı yönetimi de caydırıcılık inşa edebilir. Bu noktada Türkiye, uluslararası arenada krizleri yalnızca izleyen değil, önleyici diplomasi yürüten, tarafları dengeleyen ve gerektiğinde pozisyon alan bir aktör haline gelmelidir.
Sessizlik Strateji Değildir
Kriz zamanlarında sessizlik bazen saygıdan, bazen iç politika dengelerinden, bazen de belirsizlikten doğabilir. Ancak bir noktadan sonra sessizlik, stratejik edilgenlik haline gelir. Türkiye gibi bölgesel güçlerin edilgenliği ise yalnızca kendi güvenliğini değil, bölgedeki tüm dengeleri etkiler.
Bugün yaşanan her çatışma, yarının ittifaklarını ve düşmanlıklarını şekillendiriyor. Türkiye bu oyunda izleyen değil, kurucu aktör olmalıdır. Çünkü uluslararası ilişkilerde bir kural vardır: Boşluğu kim doldurursa, oyunu o yazar.