Söylentilere, tevatürlere ve dedikodulara inanmak, gerçeklerle yüzleşmekten, anlamaya çalışma gayretinden daha kolay ve u

Söylentilere, tevatürlere ve dedikodulara inanmak, gerçeklerle yüzleşmekten, anlamaya çalışma gayretinden daha kolay ve ucuz bizim ülkemizde.


Bunun nedenini sosyologlar, psikologlar ve insan bilimciler daha iyi açıklar tabii.


Konunun derinlikli bir şekilde anlaşılması için bir örnek vereyim.


Hakkı Bulut, Osmaniye'de öğretmenlik yaparken aynı zamanda müzikle de uğraşıyormuş ve 'Ben Buyum' isimli bir şarkı çıkarmış.


Eser çok tutmuş, herkes şarkıyı plaklardan dinlemeye başlamış.


Kaderin cilvesine bakın ki, bir yandan 'Hakkı Bulut ölmüş' diye bir şayia dolaşıyormuş ortalıkta.


Kendisi bir gün Osmaniye'de, minibüse binmiş, ortadaki direğe tutunmuş, ayakta öylesine gidiyormuş.


Şoför 'Ben Buyum' adlı şarkıyı çalmaya başlamış, pikaptan...


'Şöyle büyük sanatçı, böyle güfte, farklı beste' derken "Yazık, bu genç ölmüş," demişler kısa sohbeti bitirirken. Ahlar vahlar havalarda uçuşmuş.


Önce mutlu olan, sonra da hayal kırıklığına kapılan Hakkı Bulut, kendini tutamayıp lafa karışmış.


"Bahsini ettiğiniz kişi benim, ölmedim, yanlış duyum almışsınız, öyle bir şey yok!" demiş.


Minibüsün içindeki herkes, bunu diyene, ters ters bakmış, inanmadıklarını belli ederek, gene şarkıya, şarkıcıya güzellemeler yapmaya ve onun bu yeşil dünyayı bırakıp yitip gitmesine dövünmeye devam etmiş.


Hakkı Bulut tekrar, "Bu şarkı benim, Kaman'da öğretmenlik yapıyorum, ben O'yum." demiş.


"Oğlum!" demişler "Seni çok döveriz."


"Hakkı Bulut benim."


Bavulunu hışımla minibüsten atmışlar, verdiği iki buçuk kuruşu da suratına çarpmışlar.


"İn ulan aşağıya, git marabalar pamuk topluyor bak… Onlara ben Hakkı Bulut'um dersin, bir iki şarkı söylersin, dinletirsin belki."


Bunun gibi binlerce yaşanmışlık ve ironi vardır belki. Çünkü bu topraklarda gerçeklikle, realiteyle değil, fısıltı gazetesinin yönlendirmesiyle yürüyor işler.


Memuriyet icabı insanlarla farklı diyaloglar kuruyorum. Herhangi bir meselenin niteliklerini, uzun uzun izah ederken, karşımdakinin bana “Ama bize böyle dediler,” gibi ayak direten cümlelerine çok muhatap oluyorum.


Eskiden benzer olaylar karşısında gerilirdim ama şimdi ya konuyu tekrar anlatıyorum ya da susuyorum.


Örneğin haberlerde de denk gelirsiniz buna benzer şeylere...


“Nif Dağı'nda altın olduğu hayaline kapılan defineciler, İzmir'in Torbalı ilçesinde 1999 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen kazı çalışmalarının yapıldığı arkeolojik alanı adeta köstebek yuvasına çevirdi.”


Çünkü defineciler orada 800 ton altın olduğu söylentisine inanmışlar, ‘olur’ yerlerden öyle duymuşlar. Ölçüp tartmak, derinine inmek, bilgi toplamak ve bunun sonucunda yapılan gayretlere sayı duymak yok. 800 tonu tahayyül ettiklerini bile sanmıyorum ya, orası ayrı...


Bodoslama dalıyorlar. Ne zamandır orada yürütülen kazı çalışmalarındaki emeklerin ve kurulan düzenin heba olması, başlarının derde girmesi, yakalanmaları veya işler ters gidip (mesela dinamit patlattıkları için) ölmeleri umurlarında değil.


Bunun örneklerini devlet dairelerinde bile görebiliriz.


Bakıyorsun orta yer adamı/kadını diyebileceğin insanlar sözüne itibar edilmeyecek bir kısım baldırı çıplağın, onun aptal saptal cümlelerinin arkasına takılmış gidiyor. Aynı şekilde, sormak, sorgulamak, alt anlamını merak etmek yok. İrdelemeden hayattan kâm almaya devam…


Sen istediğin kadar “Hakkı Bulut, benim!” de. Millet seni gözden çıkardıktan veya sana inanmayacak olduktan sonra, kendin bile hayatta olduğunu kanıtlayamıyorsun.


Söylentilere, tevatürlere ve dedikodulara inanmak, gerçeklerle yüzleşmekten, anlamaya çalışma gayretinden daha kolay ve ucuz bizim ülkemizde.


Fısıltı gazetesinin baskı sayısı ve buna rağbet bir hayli yüksek…