İsrail-İran Savaşının Türkiye Boyutu

On yıllardır İsrail-İran savaşı çıktı-çıkacak haberlerinden geçilmiyordu. İran son Yahudi dahil İsrail’i haritadan siliyordu. İsrail, her fırsatta İran’daki rejimi ortadan kaldırıyordu. Halbuki geçen süre zarfında, iki azılı düşman zannedilen bu ülkeler birbirlerine fiske dahi vurmadılar. Kamuoyu gazını alacak saldırılara karşın herkesin kabul ettiği gerçek: İsrail, batının desteğini her bakımdan sorunlu İran rejimine borçluydu. İran, ise İslâm dünyasında İsrail’e kafa tutabilen güç olarak temâyüz etmekteydi. Bu danışıklı dövüş senaryolarından iki taraf da kazanıyordu.
Bir dönem kutsal kitap gibi okutulan “Modern Türkiye’nin Doğuşu”nun yazarı, Irak’ın işgali dahil birçok Ortadoğu projesinin mimarı, CIA görevlisi Bernard Lewis, Lübnan Şiilerine saldırısı üzerine Tel Aviv’e giderek Şiilerin İsrail’in stratejik müttefiki olduğunu, bu tür hataların yapılmaması konusunda uyarıda bulunmuştu. Deli Petro’dan itibaren çoğu sömürgeciler, İslâm dünyasında Şii-Süni çatışması için ellerinden geleni yapmıştır. Sömürgeci alfabesinin ilklerinden olan “bölmek için zayıfın tarafından yer almak” kuralı gereği, Şiiler desteklenmiş, Eshab-ı Kirâm’a hakaret yaygınlaştırılmış, Sünnilere düşmanlık her aşamada tırmandırılmıştır. Paris’ten gönderilen Humeyni devrimiyle Sünni düşmanlığı zirveye çıkarılmıştır.
Mevcut rejimi ile İran’ın İsrail, Siyonizm ve emperyalistler açısından önemi her fırsatta takdir edilmiş, görünüşteki düşmanlıklar İran’ı İslam dünyasında âdetâ kurtarıcı haline getirmiştir. Ancak 13 Haziran’da başlayan İsrail saldırılarıyla bu stratejinin sona erdiği düşünülebilir. Çünkü İsrail, daha başta Hamaney’e dokunmasa da İran’ın komuta kademesini ortadan kaldırmıştır. İran her ne kadar aynı oranda karşılık veremese de daha önce benzeri görülmeyen tarzda İsrail hedeflerini vurmuştur. Halen devam eden saldırıların bölgesel veya küresel bir savaşa dönüşme riski bir tarafa, İsrail’in niçin şimdi vurduğunun ve Türkiye’yi ilgilendiren tarafının sorgulanması gerekmektedir.
Dünyanın en uzak coğrafyasındaki bir çatışmanın dahi diğer ülkeleri bir şekilde etkilediği önemli bir gerçektir. Ülkemizin iki tarafını kuşatan bu çatışmanın Türkiye’ye etkileri oldukça fazladır. Enerji fiyatları, mülteci akımı, güvenlik ve dış ticaretteki sorunlar bunlardan bazılarıdır. Bu saldırılardan dolayı Körfez ülkelerinin de güvenlik endişesi vardır, ancak bunların bölücü terör sorunları yoktur. Ülkemizin ise yarım asra yaklaşan bölücü terör mücadelesiyle on binlerce şehitleri, gazileri, ekonomik tahribatı söz konusudur.
Jimmy Carter’a, Beyaz Saray’a geldiği Ocak 1977’de ilk imzalatılan belgenin, 50 yıl içinde Suriye, İran, Irak ve Türkiye’den koparılan topraklardan bir terörsitan oluşturulması stratejisiyle ilgili olduğu bilinmektedir. Geçen süre zarfında gerek ABD’de gerekse İsrail’de bu strateji doğrultusunda birçok plan oluşturulmuş, kurumsallaşmaya gidilmiş, en üst düzeyden mesajlar verilmiş, uygulamaya geçilmiştir. Mesela gerçek doğum yeri İsrail olan PKK 1978’de, Suriye’yi teröristranlaştıran CENTCOM 1983’te kurulmuştur.
Arap Baharı sürecinde İsrail çevresindeki devletlerin istikrarsızlaştırılması ve fiilen parçalanması bu stratejinin önemli aşamalarındandır. Yakın dönem kronolojisi, sadece İsrail’deki soykırımcı başbakanın kana doymayan çıkışlarıyla açıklanamaz. Çünkü yaşananlar, bütün bölge hatta küresel gelişmelerle iç içe geçmiş olan anlamlı bir süreci ortaya koymaktadır:
Gazze’de soykırım sürerken Lübnan’da genellikle lafta kalan çıkışların ötesine gidilmese de Şii liderler ortadan kaldırıldı.
Ukrayna savaşında yorulan Rusya’nın Suriye’ye desteği bitme noktasına geldi ve rejim çöktü. Bu süreçte her ikisi de ABD-İsrail ürünü olan iki terör örgütünden biri silahlarını diğerine teslim etti ve Şam’daki Rusya-İran müttefiki yönetime son verildi. Fiilen bölünmüş Suriye, İran’a saldırılarında İsrail’in parçası gibi kullanıldı. Şam yönetiminin karşı koyacak bir gücü ve iradesi bilinmemektedir. Zaten Suriye’nin doğusu doğrudan CENTCOM kontrolünde teröristan haline getirilmiştir. Irak’ın kuzeyindeki İsrail müttefiki özerk yönetimden bir engel görülmedi, zaten beklenemez. Bağdat yönetiminin İran’a saldırılarda ülkesinin kullanıldığı gerekçesiyle BM’ye başvurması siyasi sorumluluğun gereği olsa da neticesiz bir girişimdir.
Şam’da yeni Suriye yönetimi şekillenirken yıllarca teröristan olarak bilinen alandaki organize ve silahlı yapının merkezi yönetime katılması, böylece ülkemiz açısından güneyimizdeki tehdidin sonra ereceği beklentisi komik fıkradan öteye derin cehâlet demektir. Çünkü Şam’da, naklen kelle kesen, işkence ve tecavüzleri kutsayan bir terör örgütünden ıslah edilmiş, gömlek değiştirmiş, hatta kravat takmış bir yönetim bulunmaktadır. Söylenenleri iyi niyetle kabul etsek bile Suriye’nin doğusundaki örgütleşmenin Şam yönetimine katılması demek silah, güç, organizasyon dikkate alındığında Suriye’nin teröristanlaşması anlamına gelmektedir. Devletin başında sakallı-kravatlı birisinin olması bu gerçeği değiştirmemektedir.
Bu olaylar yaşanırken ülkemizde terörist başılığından kurucu önderliğe terfi sürecindeki gelişmelerin yarım asırlık ABD-Siyonist projeleriyle ilişkisi düşündürücüdür. İki nesildir terörle mücadele edilirken Türkiye’de hiçbir hükümet, “terörlü Türkiye” yanlısı olmamış, terörle mücadele hemen bütün hükümet programlarının başında yer almıştır. Bir sabah kalkıp “terörsüz Türkiye” çıkışını savunmak sanki daha önce terör isteyenlerin bulunduğu anlamına gelmektedir.
“Terörsüz Türkiye” sloganıyla yapılan girişimlerin, düzenlemelerin iyi niyetli olduğu, başarı şansı verilmesi gerektiği söylenebilir. Ancak aynı süreçte terör eylemlerine son vermesi beklenen aktörlerin, temeli Siyonist projeye dayanan dört parçalı yapılanmadan bahsetmesi ve bazı adımların atılması endişeleri beslemektedir.
Teröristbaşılığından kurucu önderliğe dönüşenin dört parçalı yapılanmanın önde gelenleriyle görüşme arzusunu dillendirmesi, esasen yarım asırlık faaliyetlerini besleyen ideolojinin parçasıdır. İsrail ve ABD’de en üst düzeydekilerin yeni müttefikler, yeni haritalarla ortalıkta dolaşması da biraz görmezlikten gelinmektedir. Bir kısmına temas edilen gerçekler dikkate alındığında Türkiye, İsrail-ABD’nin İran’a saldırılarındaki uzun vadeli stratejinin merkezine yerleşmektedir. Dünyanın finans ve medya gücünün önemli bir kısmına sahip asırlık Siyonist projelerin önemli bir kısmı gerçekleşmiş olsa da birçoğu akîm kalmıştır. Siyonist liderler ve emperyalist batı kendi oluşturdukları kan deryasında elbette boğulacaktır. Ancak belirtilen gerçekleri de hesaba katarak gerekli politikaları oluşturmak gerek.