Kaderin Tartısı: Ne Eksik, Ne Fazla

Yine bir ülke sabahı. Televizyonlar yanık, sokaklar yorgun, insanlar öfkeli. Kimi adaletin terazisinden umudunu kesmiş, kimi “bize dokunmayan yılan”la ittifak hâlinde. Bir çocuk daha istismar edilmiş, bir kadın daha öldürülmüş, bir işçi daha göçük altında kalmış ama hiçbir makamda koltuklar yerinden kıpırdamamış.

Ve biz? Biz yine sosyal medyada isyanı estetikleştirip birkaç saat sonra yemek tariflerine geçiyoruz. Hafızamızın acil çıkış kapısı çoktan açık.

Ama soralım kendimize: Adalet bu dünyaya mı aitti yoksa öbürüne mi bırakıldı?

Platon, “Adalet erdemlerin toplamıdır” der. Ama yaşadığımız çağda adalet sanki sadece, güçlü olanın yazdığı bir kural kitabı. Zayıf içinse sabır, dua ve suskunluk biçiminde kodlanmış. Oysa suskunluk bazen suç ortaklığıdır. Sessizliğin de ahı vardır. İlahi adalet, evrenin gecikmiş ama şaşmaz terazisidir.

Bir ülkede adalet, sadece mahkeme salonlarında değil; sırada beklerken, trafikte, ekmek kuyruğunda, okullarda ve mezarlıklarda yaşanır. Çocuğuna çorba kaynatamayan bir anne ile yolsuzlukla servet büyüten bir bürokrat aynı semaya bakar ama duaları aynı yankıyı bulmaz.

Ve tam da burada felsefe girer devreye. Sokrates’in ölümünde olduğu gibi: Adaletin kendisiyle yüzleşmesi gerekir bazen. Ona inananın ölümü, sistemin gerçek yüzünü gösterir. Çünkü ilahi adalet, insanın yapmadığını tamamlar. Herkesin unuttuğu bir hesap vardır: Vicdan terazisi.

Bugünün adaletsizlikleri, yarının tufanını doğurur. Çünkü evren bir dengeyle çalışır. Bir yerde ölçü bozulduğunda, başka bir yerde sarsıntı başlar. “Kader” dediğimiz şey belki de işte bu bozulmuş dengeleri eski hâline getirme çabasıdır. Ne eksik, ne fazla. Hak edilen, er ya da geç gelir.

Bir gün olur da gök delinirse, ilk ıslanan adaletten kaçanlar olur. Çünkü ilahi adalet, gecikirse susmaz, sadece zamana yatırır.

Ve biz insanlar… Belki de en büyük sınavımız; haksızlık karşısında hangi safta durduğumuzdur.