PKK Fesih Kararı ve Türkiye Açısından Anayasal, Güvenlik ve Diplomatik Çekinceler

1984 yılında ilk silahlı eylemiyle sahneye çıkan PKK, o tarihten bu yana binlerce masum insanın hayatını kaybetmesine, on binlerce ailenin evlat acısıyla sarsılmasına ve Türkiye'nin toplumsal huzurunun derinden yara almasına neden olmuştur. Şehit öğretmenler, görev başındaki polisler, vatan savunmasındaki askerler ve terör saldırılarında yaşamını yitiren sivil vatandaşlar bu karanlık sürecin en ağır bedelini ödeyenler olmuştur. Özellikle kırsalda görev yapan öğretmenlerin hedef alınması, örgütün sadece güvenlik güçlerine değil, aynı zamanda geleceği inşa eden bireylere de düşman olduğunu göstermektedir. PKK’nın şehir merkezlerinde gerçekleştirdiği bombalı saldırılar, çocuk yaşta sivillerin canına mal olmuş; bu durum, örgütün ideolojik hedeflerini insan hayatının önüne koyduğunu açıkça ortaya koymuştur. Tüm bu tarihsel arka plan göz önüne alındığında, 2025 yılında kamuoyuna duyurulan sözde fesih kararı, yalnızca bir silah bırakma beyanı değil; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal yapısına ve ulusal hafızasına yönelik yeni bir tehdit olarak değerlendirilmelidir. Bu yazı, söz konusu bildirinin içerdiği anayasal, güvenlik ve diplomatik çekinceleri ele almakta; sürecin göründüğü kadar masum ve barışçıl olmadığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

PKK tarafından kamuoyuna açıklanan sözde fesih kararı, ilk bakışta Türkiye'nin uzun yıllardır sürdürdüğü terörle mücadelesinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilmiştir. Ancak, bildirinin içeriği dikkatle incelendiğinde, bu kararın yalnızca bir silah bırakma ilanı olmadığı, aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısına yönelik ideolojik bir meydan okuma niteliği taşıdığı görülmektedir. Özellikle terörist başı Abdullah Öcalan’ın metinde yönlendirici ve kurucu figür olarak öne çıkarılması, açıklamanın arka planındaki siyasi niyeti açıkça ortaya koymaktadır.

PKK bildirisi, terörist başı Abdullah Öcalan’ı sözde çözüm sürecinin tarihsel lideri ve yönlendiricisi olarak tanımlamakta ve Türkiye’nin bu liderlik rolünü tanıması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu yaklaşım, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış bir teröristin meşrulaştırılmasını talep etmekte; dolayısıyla Türk hukuk sistemi ve anayasal düzenle açık bir çatışma içerisine girmektedir. Bu durum, yalnızca hukuk devleti ilkesini zedelemekle kalmamakta, aynı zamanda silahlı mücadelenin siyasi kazanıma dönüştürülmesi yönünde tehlikeli bir zemin hazırlamaktadır.

Bildirinin bir diğer dikkat çekici yönü ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temel anayasal metinlerinin ve kuruluş belgelerinin hedef alınmasıdır. 1921 ve 1924 anayasaları “tekçi” olmakla itham edilmiş; Lozan Antlaşması ise Kürt kimliğini yok sayan bir belge olarak nitelendirilmiştir. Bu iddialar hem tarihi çarpıtmakta hem de uluslararası hukuk açısından tehlikeli bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası meşruiyetini ve sınırlarını tanımlayan kurucu bir belgedir. Bu belgenin sorgulanması ya da yeniden değerlendirilmesi yönündeki çağrılar, yalnızca iç siyasi dengeleri değil, aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel ve küresel meşruiyetini de tehdit etmektedir.

PKK’nın bildirisi, doğrudan ya da dolaylı biçimde Sevr Antlaşması’nın zihinsel kalıntılarını yansıtan talepler içermektedir. Bilindiği üzere Sevr, Osmanlı Devleti'ni etnik temelde parçalayan, Anadolu’yu bölmeyi hedefleyen ve Kürdistan adı altında bir yapı oluşturmayı amaçlayan bir emperyalist projedir. Bildiride yer alan yerel özerklik, anadilde eğitim, etnik kimliğin anayasal düzlemde tanınması, merkezi otoritenin yerelleşmesi ve anayasanın bu temelde yeniden yazılması yönündeki talepler, Sevr zihniyetinin güncel bir tezahürü olarak değerlendirilebilir.

Öte yandan, örgütün silahlı unsurlarının ülke dışına çekileceği, ancak lider kadronun güvencelerden yararlanacağına ilişkin muğlak ifadeler, güvenlik bürokrasisi açısından ciddi zafiyet riskleri barındırmaktadır. Örgütün feshi, doğrulanabilir, tek taraflı ve somut bir eylemden ziyade, karşılıklı tavizlere dayalı bir siyasi müzakere biçiminde sunulmaktadır. Bu yaklaşım, terörle mücadelenin yerini terörle pazarlığa bırakma tehlikesini beraberinde getirmektedir.

PKK’nın 2025 yılına ilişkin sözde fesih kararı, barış ve çözüm iradesine değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını aşındırmaya, anayasal düzenini esnetmeye ve Lozan’ı Sevr’e dönüştürme niyetine hizmet etmektedir. Sürecin en büyük risklerinden biri, terörist başının meşrulaştırılması, anayasanın etnik temelde yeniden kurgulanması ve Türkiye’nin tarihsel kazanımlarının ideolojik söylemlerle erozyona uğratılmasıdır. Türkiye’nin bu süreci hukuk ilkeleri çerçevesinde, tarihsel hafızasını diri tutarak ve ulusal güvenlik perspektifinden sapmadan yönetmesi, milli egemenliğin ve iç barışın korunması açısından hayati önemdedir.

Süreç İçerisinde Tespit Edilen Taktik ve Stratejik Hatalar

Örgüt Liderlerinin Avrupa’ya Geçişine İzin Verilmesi:

Örgütün üst düzey yöneticilerinin tamamının doğrudan Avrupa ülkelerine geçmesine izin verilmesi, ciddi bir taktik hata olarak değerlendirilmelidir. Özellikle kamuoyunca tanınan isimlerin öncelikle Türkiye’de yargı sürecinden geçtikten sonra kontrollü biçimde yurtdışına çıkmalarına izin verilmesi, örgütün “zaferle” sona erdiği yönündeki propagandasını bertaraf etmek açısından önemlidir.

Üyelerin Türkiye'ye Dönüşü ve Suç Ayrımı:

Sadece suç işlemiş olan örgüt mensuplarının yurtdışında kalması, suç işlememiş olanların ise Türkiye’ye dönmesine izin verilmesi yönündeki yaklaşım da ciddi sorunlar yaratabilir. Bu durum, kamuoyunda “cezasızlık” algısını pekiştirecek ve adalete duyulan güveni zedeleyecektir. Ayrıca, örgüt içindeki bireysel sorumlulukların tespitinin zorluğu dikkate alındığında, birçok faile dolaylı af sunulması ihtimali belirecektir.

Silahların Teslim Süreci:

PKK’nın silahlarını birden fazla noktada teslim etmek istemesi, stratejik bir hata olarak değerlendirilmelidir. Bu yöntem, teslim edilen silah ve mühimmatın sayısının doğrulanmasını zorlaştırmakta; manipülasyona açık hale getirmektedir. Irak ve Suriye’de geniş bir coğrafyada örgütlenmiş bulunan PKK’nın bu bölgelerde silah teslimini organize etmesi, kontrol edilemez bir güvenlik riski doğuracaktır. Silahların yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’ne ve tek bir merkezde teslim edilmesi yönünde ısrarcı olunmalıdır.

Fesih Bildirisinin Kabulü:

PKK’nın "Fesih Bildirgesi" adını verdiği açıklama, genel itibariyle bir "zafer beyanı" mahiyetindedir. Metinde yalnızca "ortak vatan" ifadesi uzlaşı arayışı taşırken; geri kalan kısımlar, örgütün silahlı mücadelede kazandığı bir zafer sonucu bu kararı aldığını ima etmektedir. Devletin bu bildiriyi zımnen kabul etmesi ya da tepki vermemesi, terörle mücadelenin mağlubiyetle sonuçlandığı şeklinde yorumlanabilecektir. Bu sebeple, mümkünse bildirinin yeniden yazılması talep edilmeli; değilse Türk Silahlı Kuvvetleri kendi değerlendirme metnini yayımlayarak bu algının önüne geçmelidir.

Bu çerçevede, 2025 yılına ait PKK fesih kararı; anayasal, güvenlik ve diplomatik açılardan dikkatle değerlendirilmesi gereken, görünürde barışçıl ancak özünde ideolojik ve yapısal tehditler barındıran bir metindir. Türkiye’nin bu süreci tarihsel hafızası, milli birliği ve hukuk devleti ilkeleri doğrultusunda yönetmesi kaçınılmaz bir sorumluluktur.