Binlerce yıldır insan kendisine verilmiş sınavları bir bir aşmak için çabalıyor. Evet binlerce yıldır ne şiddetli soğuklar gördü insanlık, ne kıtlıklar yaşadı. Depremler, seller, kaya, toprak kaymaları, çığ, fırtına, hortum, volkanlar patladı. İnsanların temizlenmemesi, garip gıda üretimi ve daha bir dolu gariplikleri çeşitli hastalıklar hortlattı. Ardından bunlarla da mücadele başladı. En çokta yangınlar çok can aldı. Ahşaptı evler. Şömine ile ısınılır. Gaz yağı, mum ile aydınlanırdı. Yangın nöbetleri tuttu. Karanlıkta kaldı. Üşüdü, dondu. Bazen de susuzluktan kurudu.
İnsan, işte bunların hepsiyle mücadele için görevlendirilmişti. Bu sınavda başarılı olanlar, ateşi, suyu, rüzgârı, gıdayı faydaya çevirdi. Onlarla daha da mutlu oldu. İşlerini kolayladı. Depremden korunaklı evler yapmayı, sel yataklarında barınmamayı, toprak kaymasını engellemeyi, her derde faydası olan ağaçlanmayı öğrenenler huzur buldu. Dünya ona cennet oldu.
Çözüm bulamamış toplumların yaşadığı yerleri şöyle uzaktan, bütünü kapsayacak şekilde, kuş bakışıyla seyrettiğinizde göreceğiniz manzara çoğu defa acı olur. Karşısına çıkan ilk sınavda savaş meydanına dönecektir orası… Buralarda insanın, kendini tehdit eden sınavı ile olan savaşı veremediği, kaybettiği görülür. O afetlerde insanlar kaybolmuştur. Çocuklar savrulmuş, sokaklarda anasız, babasız yapayalnız kalmıştır.
Bu yangın ile verilen bir sınav ise; ve verilememiş ise et kokusu siner adeta havaya… Sel ise çamurlu, parçalanmış bedenler saçılmıştır dere yatağı boyunca… Çığ ise sürüklenmiş, parçalanmış, donmuş bedenler çıkar karşınıza… Depremse yıkıntıların içinde çürümeye başlamış bedenlerin kokuları havayı ağırlaştırır… Sanki cehennem tasviri ile anlatılanlar bir bir yaşanır.
Elbette bu fıtrat, kader değildir. Sınavda başarısızlıktır. Tembellik, yeterince çalışmamaktır. Ürettiğinden çok daha fazla tüketmektir. Dünyaya, doğaya katkısızlıktır. Geriliktir. İstenmemişliktir.
Bu yoğun acı hissi, sınavı verememişi durup düşünmeye sevk etme, neler olduğu tekrar anlamaya çalışma, elini başının arasına alıp sorgulama vaktinin geldiğini hatırlatır.
Elbette genel olarak yaradılışı anlamış, inanan insan, bu acıların ardından hızla akletmeye başlar. Ve haliyle de hızla toparlar. Onlar tecrübe etmeyi bilirler. Bir yaşadığını ikinciye yaşamazlar. İkinciye yaşar, hatta ikinciye aldatılırlarsa bunu aptallık kabul edeceklerdir.
Tekrar deprem acısını yaşama gayreti, ancak yok oluşu kabullenme gayreti olabilir.
Kahramanmaraş merkezli depremin ikinci yıl dönümüne geldik. İki yıl önce bölgede dronlarla çekilmiş görüntüleri izleyin lütfen. Gördüğümüz, göreceğimiz şey adeta bir savaş bölgesi gibi… Yıkık binalar, toz, duman, yitirilmiş insanlar ve ağlayanlar. Hem de insanlığın, yıllar önce çaresini bulduğu, mühendisliğini icat ettiği, yapısını, imarını çözdüğü bir sınava karşı kaybettiğimizi apaçık görürüz. İnsanlığın çoktan çözdüğü bir savaşı çözemediğimizi, gerilerde kaldığımızı görürüz.
Bu tıpkı damar tıkanıklığı yaşayan birinin, çözümü çoktan bulunmasına rağmen anjiyoyu reddedip, sigara içmeye devam etmesine benzer… Adeta intihar eder. ‘Ben layık değilim, burada kalmamam gerekir’ der sanki! Sınavıyla mücadele edemeyecek kadar düşkün kaldığını itiraf eder sanki! Bu mücadeleyi verme yeti eksikliğinin, belki de cesaretsizliğin göstergesidir. Yaratana “Sen bana güvendin, kutsal sınavına aldın ama ben damar tıkanıklığı sınavını veremedim” demektir.
Deprem sınavını verememiş bir coğrafyada deprem yaşanınca insanların anlattıkları bunu doğrular. Bakın Kahramanmaraş merkezli deprem sonrası bölgede yaşayanların anlattıkları önemli. “Burada herkes bir hayat tutturmuştu” diye başlıyor biri söze… Ailesi, ulaşımı, arabası, barınması, evi vardı. Demek ki bazı sınavlar verilmiş. On sınav varsa kimi üçünü, kimi beşini vermiş. Lâkin denge için sınavların tamamının verilmesi beklenir. Aksi halde bütünlemeye kalınır. Biri dahi eksik kalsa, ardından da o eksik olan yaşansa diğerleri de elinde uçup gidebilir. Depremin ardından ailesiz, evsiz, işsiz, arabasız kalmışlardı. O an için deprem sınavını yaşamamış ve muhtemelen verememiş diğer illerdeki insanların, kendilerine acıdıklarından yakınanlar olmuştu. 21 inci yüzyılın en temel ihtiyacı iletişim… GSM hizmetlerinin üç gün boyunca burada verilemediğinden yakınanalar olmuştu. İnsanlar sevdiklerine ulaşamayıp kahırları daha da büyümüştü. Ne yapacaklarını bilmez halde üç gün yaşamışlardı.
İşte denge, sınav sorumluluğu, yaşama yakışma meselesi tamda bu!
Oldum zannettiğin anda, acınma ile karşı karşıya bırakır sınavda kalmak.
Ülkemizde birçok yer deprem hattında ve sanki aynı akıbeti tekrar yaşamak ister gibi… Bu konuda, bunca yaşamışlığımıza rağmen bilinç eksikliği devam ettiği görülüyor. 1999 Düzce depreminden de 2011 Van depreminden de 2023 Kahramanmaraş merkezli depremden de bir ders çıkaramamışız. Kurdun etrafında döndüğü kuzu misali öylece bekliyoruz.
İstanbul’da ise deprem önlemleri daha garip bir hal aldı. Beklenen deprem için çıkılan yol, bir anda rant yoluna döndü. Yeni yapılmış binalar çok. Ama ya şehir dışında ya da çalışan kesimin alamayacağı, erişemeyeceği kadar pahalı…
Bu rant sürecinde mal, insandan çok daha değerli oldu. İnsanların gelirleri kademeli olarak erirken, ürün fiyatları artıyor. Haliyle maliyet hesabı ile hareket eden o üst akıl, insanın kollanmamasını garip görmemeye başlıyor. Önlemde alınıyormuş gibi yapılıyor. Ama diğer taraftan uzmanlar halen çürük yapıların ne denli fazla olduğunu anlatıyor. Sadece birer sayı olduk. Depremde kaybettiğimiz insanların ismi bile anılmadı, anılmıyor. Sanki sınavdan kalınca, aynı anda bedensel miktar ile ölçülür olmuştuk. İsimsiz kaldık. Haberlerde, ajanslarda, anılarda insan değil sadece sayı kaldı. İşte olan bu! Görmezden, duymazdan gelindiğinde isimler anlamını yitiriyor. Sayılar arasında alelade sıraya giriveriyorsun.
Binlerce yıl önceki Türk dedelerimiz Gök tanrıya, kutsala, kutsal varlığa gösterdiği saygıya “Kült” derdi. Buradan da Latinceye cultus olarak geçti. Oradan da neredeyse tüm dillere bu isimle geçti. Kült kuttu. Kutsal varlığa, yaratana yakışır, yaratanın insandan beklediği görevleri yerine getirdiği, yaşam kurallarına da kültür dendi. Varoluş amacımıza uygun kalabilmemiz için öncülük edene “Salt” dendi. O dönem, onun saltanatı oldu. Salt, sayabilen, saygı duyulan, iline, ilmine, bilime sahip çıkan demekti. Başına felaket gelmiş obalar ise kültsüzdü. Bu sebeple kültürümüz bizi yaşama bağlayandır. Kültür, yaradılış amacımıza uygun, sağlıklı, uzun yıllar doğaya hizmet edebilmemizi sağlar. Öz kültürümüze sahip çıkmamız gördüğünüz gibi çok kıymetli. Başka kültlerle karışıp, arafta kalmamak çok kıymetli.
Afet, üstesinden gelebilen toplumlar da coğrafi bir olay, gelişme olarak tanımlanır. Buralarda afet kolay kolay can alamaz. Alsa da öyle binlerce alamaz. Afet, ders çıkartabilmiş, bilge insanların önlem barikatına takılır. Onlar, kendilerinin af edilmesine muhtaç kalmamak için mücadeleye girişmiş insanlardır.
Tabi ki daha sele, depreme çözüm bulamamışların yaşadığı yerde de ismi yine afettir. İsim, büyüklerimizce öyle kolay seçilmemiştir. Adeta çözüm bulamamışlar andığında eksikliğini adında görmesini ister. İtiraf etmesini ister. Af et der. Af edilmeye muhtaç olduğunu, suçu da en çokta kendinde araması gerektiğini ister. Dilerim ki! Sınavını veremediğimiz derdimiz kalmaz. Sonuna kadar da amacımıza hizmet için varlığımızı devam ettirebiliriz.