YAVUZ İLE ŞAH'IN SATRANÇ DÜELLOSU
7 Nisan 2017 Cuma gecesi, TRT1’de yayınlanan ve sunuculuğunu Pelin Çift'in yaptığı, Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil'in daimi yorumcusu olduğu Tarih Sahnesi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yapımı tamamlanan hizmet ve tesislerin toplu açılış törenine katılmak üzere 28 Mart 2017 günü Samsun’a bir ziyaret gerçekleştirmiş ve halka hitap etmişti. Konuşmasının bir bölümünde o sabah Sarıyer’de yaşadığı bir olayı şöyle anlatmıştı:
“Bu sabah gelirken ‘evet’ çadırına uğradım. Yanında da ‘hayır’ çadırı vardı. ‘Evet’ çadırındakilerle görüştüm. ‘Hayır’ çadırındakilere de ‘Niçin hayır diyorsunuz, bana şunu bir söyler misiniz?’ dedim. Dediler ki ‘Biz çağdaş bir Türkiye istiyoruz.’ ‘Yani şu anda’ dedim ‘çağdaş bir Türkiye yok mu? Neyiniz eksik?’ dedim. ‘Yollarınız, köprüleriniz, hızlı tren, bunlar yok mu? 14 sene önce bunlar var mıydı? Ama şimdi bunlar var.’ Ve maalesef tabii bakıyorsunuz söylediği lafa bakın ‘Siz Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ne niye Yavuz Sultan Selim adını koydunuz?’ Dedim ki, ‘Çok ayıp. Siz Yavuz Sultan Selim Han’ın döneminde Osmanlı’nın ulaştığı gücü biliyor musunuz? Böyle bir sultanın adını böyle bir köprüye koymaktan daha normal ne olabilir? Biz bir esere isim verirken o seviyor, bu sevmiyor diye bakmıyoruz. Nitekim Nevşehir’deki üniversiteye ‘Hacı Bektaş Veli’ adını da ben verdim.”
İşte programın konusu, bu diyalogdan esinlenilerek Yavuz Sultan Selim Han olarak belirlenmişti. Belirlenmişti belirlenmesine de esas olarak konuştuğumuz konular bakın nelerdi:
- Yavuz Sultan Selim saltanatı babasından zorla, darbe yaparak mı aldı?
- Yavuz babasının bedduasını aldı mı?
- Yavuz babasını öldürttü mü?
- İddia edildiği gibi Yavuz, 40 bin Alevi’yi öldürdü mü?
- Yavuz Kürtlere beddua etti mi?
- Yavuz'la Şah İsmail satranç oynadı mı?
- Topkapı Sarayı’ndaki meşhur kulağı küpeli resim, Yavuz’un mu yoksa Şah İsmail’in mi?
8 senelik kısa padişahlığına, 80 belki de 180 seneye sığacak büyük işler sığdıran bu yüce hükümdarın, İran ve Mısır olmak üzere iki sefer-i hümayun ile 2.373.000 kilometrekare olan imparatorluk topraklarını 6.557.000 kilometrekareye çıkardığını yani 2,5 mislinden fazla büyüttüğünü, bu muazzam fütuhatı 1514-1518 arasındaki 4 yıl içinde yaptığını, tarihte ancak Pers imparatoru Kambiz ve Makedonyalı Büyük İskender’in geçebildiği Sina Çölü’nü 13 günde geçtiğini, Mısır’ın fethinde dünyada ilk defa içi yivli topları kullandığını, 767 yıldır Abbasîler’de bulunan ve Hazreti Ebubekir’den itibaren de 885 yıllık halifeliği İstanbul'a Osmanoğulları’na getirdiğini ve daha pek çok hususu ayrıntılı olarak ne yazık ki konuşamadık. Neden? Nedeni şu: Televizyon programlarının devlet kanalında bile olsa başarı göstergesi, seyredilme oranı yani “reyting”. Bu oranın yüksek olması için ise seyircinin alakasını çekecek çarpıcı konuların özenle seçilmesi gerekiyor.
İşte ben de bu yazımda yukarıdaki “çarpıcı” konulardan birini seçeceğim. Sonuçta emek sarf ettiğim bu yazımın olabildiğince çok kişi tarafından okunmasını istiyorum değil mi ya. Bir farkla ki başlıktaki konuyu, Osmanlı tarihinin sağlam ve güvenilir kroniklerinden, 1657 yılında vefat eden Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi’nin yazdığı meşhur Solakzâde Tarihi’nin 1880 yılında İstanbul’da basılan nüshasının 430 ve 431. sayfalarından sadeleştirerek aktaracağım.
“Bazı tarih kitaplarında yazılıdır ve halk arasında anlatılır ki, merhum ve mağfur Sultan Selim Han, Trabzon hâkimi iken aba giyip bir derviş kılığına bürünür. Uzun bir seyahatten sonra Tebriz şehrine varır. Satranç meraklısı olan Şah İsmail ile bir yolunu bulup satranç oynar. İlk oyunda hatır için yenilir. Ama ikinci defa mecal vermez ve Şah’ı mat eder. Şah bu duruma çok sinirlenip elinin arkasıyla Yavuz’un göğsüne vurarak,
‘Bre konkay derviş! Hiç şah olanlar mat olur mu? Tutalım edebin yok imiş, sultanlara saygıyı ve kazanma adabını da mı bilmezsin?’ der.
Yine de Şehzade’ye ertesi gün bahşiş olarak bin sikke altın ihsan eder. Şehzade dahi altınları alır ve gece yarısı, Şah’ın saray kapısında ata bindiği zaman kullandığı ayak taşının altına, torbasıyla birlikte koyar. Akabinde Trabzon’a doğru çıkıp gider. Mağlubiyeti içine sindiremeyen Şah İsmail, dervişi tekrar huzuruna getirtmek ister ve bulunduğu yere adam gönderir. Adam tabiatıyla dervişi bulamaz. Bu arada Şah’ın bir adamı, Şehzade Selim’in Anadolu’dan Şah’ın durumunu incelemek üzere geldiğini ve Şah’la satranç oynayanın o olduğu tespit eder. Ancak bu sırrı kendinde saklar. Daha sonra Şehzade aranıp da bulunamayınca bu hususu Şah’a bildirir. Şah da:
‘Neden beni daha önce uyarmadın’ diye azarlayınca,
‘Şehzade’deki heybet mani oldu, söylemeye cesaret edemedim’ der.
Bu meşhur nakil her ne kadar biraz tuhaf görünse ve akla uygun gelmese de daha sonra şahit olunan olaylarla gerçek olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki, merhum Padişah Cenabı Allah’a güvenerek Çaldıran sahrasında cenk edip Şah’ı mağlup ettikten sonra, saadet ü ikbal ile Tebriz’e doğru teveccüh buyurur. Şehre girince sarayın önüne varıp mübarek sırtını sarayın duvarına verir. Dört bir tarafını gözden geçirip yanında bulunan devlet erkânının yüzlerine bakar. Aralarındaki Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’ya mübarek lisanlarıyla,
‘Osman Ağa’ diye hitap edip bizzat şöyle buyurur: ‘Şu kapı eşiğinde, Şah’ın ata bindiği taşın altına bin sikke altın parayı kendi elimle koymuştum. Helal malımdır, o altınları sana ihsan ettim. Atından in, taşı yerinden kaldır ve altınları al.’ Padişah bu emri üzerine etrafında olanlar şaşırır ve
‘Acaba bu sözlerin aslı var mıdır?’ diye hepsi bakışlarını Osman Ağa’nın bulunduğu tarafa çevirirler. Osman Ağa da altınları bulmak üzere atından inip gösterilen taşın altını yoklayınca görür ki, saadetli Padişah’ın tayin buyurdukları minval üzere çil çil altın paralar orada mevcut, lâkin torba çürümüş. Altınları hemen mendiline doldurur, koşarak Padişah hazretlerinin üzengileri hizasına gelip elini öper. O sırada orada bulunan ve durumu gören devlet erkânı, halk arasında söylene gelen bu satranç hikâyesinin gerçek olduğuna böylece kanaat getirirler.
Ayrıca Şah İsmail Çaldıran’da yenilip kaçınca, Padişah hazretleri Şah’ın ardınca mektup yazıp gönderir. Mektubunda bu gizli sırrı açarak ‘Er ere silleyi vurunca böyle vurmak gerektir, böylece satranç oynarken vurulan sille meselesinde haklaştık.’ diye bildirir.”
Solakzâde merhum bu yazdıklarından sonra şunu da ilave etmiş: “El-uhdetü ale'r-râvî vallâhü a'lem” yani sorumluluk rivayet edenindir, en iyisini Allahü teâlâ bilir. Yazımızı “İbn Kemal” veya “Kemal Paşazade” olarak anılan, Osmanlı’nın 10. şeyhülislamı, Mısır Sefer-i Hümayunu’nda Yavuz Sultan Selim Han’ın yanında bulunan, atının ayağından sıçrayan çamurla kaftanı kirlenince Padişah’ın “Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanımı böylece sandukamın üzerine koysunlar.” diye vasiyet ettiği, Müftiyyü’s-sekaleyn Kemal Paşazade Ahmed Şemseddin bin Süleyman Efendi’nin, Yavuz’un vefatında yazdığı ünlü mersiyesinden birkaç beyitle bitirelim:
Az müddette çok iş etmişti
Sâyesi olmuştu âlem-gîr.
Şems-i asr idi asırda şemsin
Zılli memdûd olur, zamanı kasîr.
Tâc u tahtile fahreder beyler
Fahr onunla ederdi tâc u serîr.
Kısa zamanda çok iş yapmıştı. Gölgesi bütün cihanı tutmuştu. Asrın güneşi idi. Asır (ikindi) güneşinin gölgesi uzun, fakat zamanı kısa olur. Sultanlar taç ve tahtlarıyla iftihar ederler, taç ve taht ise onunla övünür.