Tarihin belli başlı imgeleri vardır. Onlar yalnızca birer anlatı değil, zamanlar üstü metaforlardır. Yecüc ve Mecüc de böyle figürlerdir. Mitolojik görünümleriyle anlatılırlar; oysa her çağ, kendi Yecüc’ünü ve Mecüc’ünü yaratır. Bugün biz, o anlatının sadece izleyicisi değiliz — içindeyiz.
Yecüc ve Mecüc isimleri ilk kez Mezopotamya mitlerinde değil, Tevrat ve Kuran’da belirginleşir. Tevrat’ta Gog ve Magog olarak geçerler; kuzeyden gelen yıkıcı güçlerdir. Kur’an’da ise Kehf ve Enbiya surelerinde zikredilirler. Zülkarneyn’in bir “demir setle” onları durdurduğu anlatılır. Kur’an anlatısında, bu topluluk “yeryüzünde bozgunculuk çıkaran bir halk”tır.
Fakat dikkat çekici olan şudur: Ne Kur’an’da ne de Tevrat’ta bu iki kavmin somut bir coğrafyaya, net bir ırka ya da dile ait olduğu söylenmez. Onlar, simgeleştirilmiş tehditlerdir.
Ve her çağ, kendi tehdit algısını bu figürlerle yeniden kodlar.
Mezopotamya’nın Mührü
Yecüc ve Mecüc anlatısının satır aralarında, Mezopotamya’nın o kadim kaygısı yankılanır: “Bir gün düzen yıkılacak.” Sümerler ve Babilliler için “düzen,” sadece şehir devleti değil, aynı zamanda evrenin düzenidir. Kozmosun simetrisi bozulduğunda, tufanlar gelir, tanrılar çekilir, kaos başlar.
Mezopotamya’nın tanrıları, her zaman insana karşı biraz mesafelidir. Sümer'deki Enlil, insanların çoğalmasından rahatsızlık duyar. Enki ise bilgelik tanrısıdır, ama düzeni bozacak bilginin sınırlarda kalmasını ister. Yecüc ve Mecüc, işte bu sınır ihlalinin sembolüdür. Aşırı nüfus, aşırı güç, aşırı bilgelik... Hepsi bir noktada “bozgunculuk”a dönüşür.
Zülkarneyn’in ördüğü demir set, insanın kendi yarattığı tehdide karşı bir savunmadır. Lakin set, sonsuza dek dayanamaz. Çünkü her medeniyet, sonunda kendi Gog ve Magog figürleriyle yüzleşir.
Yecüc ve Mecüc Biziz
Modern dünyada bu mit yeniden okunmalı. Bugün nüfusun kontrolden çıktığı, doğanın hızla tahrip edildiği, küresel kapitalizmin insanı “bir algoritma girdisi”ne indirdiği bir çağda, “Yecüc ve Mecüc” artık harici değil içerideki bir gerçekliktir.
Bugünün Yecüc’ü belki de dijital gözetim sistemleri. Sosyal medya devleri. Kültürel asimilasyon. Eğitim sistemindeki tek tipleşme. Göçmenler değil, göçlerin nedenleri. Kimlikler değil, kimlikleri eritip homojenleştiren dev anlatılar.
Mecüc ise hiper-tüketim. Sürdürülemez kalkınma. İnsan değerinin yalnızca üretim gücüne ve pazarlanabilirliğine indirgenmesi. Kapitalin artık sadece bir ekonomik kavram değil, ontolojik bir ölçüt hâline gelmesi.
Bir başka deyişle: Biz, hem seti ören Zülkarneyn’iz hem de onun ardında biriken tehdidiz.
Bir Politik Alegori: Duvarlar ve Sınırlar
Bugün Orta Doğu’da, Avrupa’da ve Amerika’da örülen fiziksel ya da dijital “setler,” aslında Yecüc ve Mecüc korkusunun modern izdüşümleridir. Göçmenler için yükselen duvarlar, medya üzerinden yaratılan “öteki” söylemleri, her ulusun kendi kıyametini dışarıdan beklemesi... Hepsi bu eski anlatının çağdaş çevirileridir.
Ama o set bir gün açılır. Kur’an, “O gün geldiğinde onları her tepeden akın akın salıveririz,” der. Yani mesele, sadece dışsal bir tehdit değildir. Sistemin kendi krizini doğurmasıdır. Her devlet, her ideoloji, her medeniyet; en sonunda kendi yarattığı boşlukta yankılanır.
Bugün küresel iklim krizi, toplumsal çürüme, kimlik bunalımı, otoriterleşme... Bunların hepsi birer “setin çatlamasıdır” Ve biz, medeniyet olarak, Zülkarneyn’in duvarının ötesinde bekleyen yalnız figürler değiliz artık, duvarın hem içindeyiz, hem dışında.
Mit Değil, Teşhis
Yecüc ve Mecüc bir masal değil. Bir teşhis. İnsanlığın kendi içinden doğurduğu tehditlerin alegorik adı. Ve bu tehditlerin çoğu, artık dışarıdan değil, içeriden geliyor.
Mezopotamya, bu bilinci bize binlerce yıl önceden fısıldamıştı. Belki de bu yüzden, bugün hâlâ onların toprağında savaşlar bitmiyor. Çünkü hikâyenin kaynağı orada. Çünkü asıl kıyamet, tarihsel olarak değil, anlam düzeyinde yaşanıyor.
Bir çağ, kendi Yecüc’ünü tanımlayamadığında; onu durdurmak için değil, üretmek için yaşar.