Bu hafta yine bir tiyatro köşesi yaptım. İzlediğim ve hayran kaldığım üç oyunu yazdım. Hem ait olma hissine hem özgür olma arzusuna sahip olmak isteyenlere umut olan bu üç oyun, izleyenleri çok etkiledi.

GÖLGE OTOBANI

“Hayal etmek için umuda mı ihtiyaç vardır? Yoksa umut için hayal etmek yeterli midir?”

Üç farklı hayat, üç farklı insan bir arabanın içine girerse ne olur? Bir göç hikayesi, ama aynı zamanda insanların içinde yol çıkmaya korkanlara özgürlük hediye eden, kendiyle barışmanın anahtarını veren ve anı yaşamanın ne kadar kıymetli olduğunu gösteren bir oyundu.

Evden çıktınız ve hayatınızdaki her günü aynı yaşadığınızı düşünüyorsunuz. Aniden Almanya’ya gitmeye karar verdiniz ve yolda sizinle birlikte Almanya’ya giden yabancı bir arabayla karşılaştınız. Onunla ne konuşurdunuz? Gölge otobanını izlerken, şunu sorabilirsiniz “Biz hiç şu anda olduk mu?” ben izlerken sordum.

Beni hikayenin içine çeken en önemli şey; üç farklı hayatın bir arabaya sığmasıydı. Hepsinin yolculuğu aynı ama gittikleri yer aynı değil. Farklı geçmişlerden gelip, aynı sözcüklerin içinde kendilerinden birer parça bulmaya çalışan üç güzel adam.

Oyunun içinde sinematograf bir araç var. O da izleyenler için bir sürpriz olsun. Dekorlar hem günümüzün hem geçmiş anılarımızı hatırlatacak kadar özel hazırlanmış. Özellikle Tahir Yılmaz’ın oynadığı karakter salonu kahkahalara boğdu. Hikayenin dili “Umudun her zaman var olduğunu” anlatıyor. Acıya bulanmış olsak bile, başka bir seçenek her zaman vardır.

Hepimiz ailemize, memleketimize aidiyet duygusuyla sarılırız. Ya yolda tanıdıkların? Onlar da senin geçmişinden bir parçayı getirmezler mi? Onlar da senin ailen olamaz mı? Ben bu otobandaki yolculuktan çok memnun kaldım. Herkes bu yolculuktan bir yol arkadaş çıkartabilir.

EKSİK

“Hadi vedalaşalım. Hadi bak geliyor yangın. Ağaçlar gibi yanacağız birazdan.”

Sezonun en etkilendiğim oyunlarından biriydi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Oyundan çıktıktan sonra nereye gittiğimi unutup, sadece yürüdüm. O 80 dakika o kadar çok şey anlattı ki, şimdi ne söylesem az kalacak.

Baba eksikliğiyle büyümüş genç bir adam, o eksikliği kapatmaya çalışırken sevdiği adamın yaralarında kaybolan genç bir kadın, pişmanlıklarla dolu, bir ömür kendinden kaçan bir baba… Tek bir cümleyle özetlemem gerekse bunu anlatabilirim.

Sevgilisiyle birlikte Datça’da, ormanın içinde bir çiftlik evinde yaşayan babasının yanına gelen Metin’le Derya’nın o evde verdiği sınav bir insanın hayatında kendine sorduğu tüm sorulardan ibaret. Kartal, yani babamız kendini o çiftlik evine hapsetmiş. Tıpkı yaralı köpeği gibi.

Bir babayı nasıl tasvir edersiniz? Sevgi dolu, sorumluluk sahibi, evinin direği, şefkatli, yaslanacağımız bir dağ, kimileri için şans kimileri için en büyük şanssızlık. Bu hikayenin babası Metin’in en büyük şanssızlıklarından biri. Annesinin yoğun bakımda olduğu haberini vermek için yıllar sonra babasının karşısına dikiliyor, ama öfkesi o kadar büyük ki, kelimeler hiç dostça yaklaşmıyor.

Bu hikayenin en masumu genç kızımız herhalde diyeceksiniz, ama maalesef o da o kadar masum değil. salondan çıktığınızda sahnedeki herkese hak verebilirsiniz. Sevgi ne kadar büyük olursa olsun, çocukluğunun enkazında kalmış bir adamı o yığıntıların arasından kurtarmaya gücünüz yeter mi? ben de bilmiyorum. Derya’nın yerinde olsam “Ben de aynı şeyi yapardım” diyebilirsiniz. Çünkü ben de dedim.

Aile çatışmasını en derinden hissettiğim oyunlardan biriydi. Dekoru, metini, oyuncuları, hepsi bir bütün olarak mükemmeldi. Hande Doğandemir’i ilk kez sahnede izledim. Ve çok beğendim. Yaşattığı duygular, ikilemde kalması, vicdanı tüm duyguları hissettirdi. Hani sahneye çıkıp, sarılmak istersiniz ya, öyle bir oyunculuk sergilemişti.

Levent Can iyi ki bu hikayenin Kartal’ı olmuş. Oyunu alıp, uçurmuş resmen. Hem güldüren hem saç baş yoldurtan hem de “Gel buraya” diye bağrımıza bastığımız bir adam olmuş. Yeteneğiyle, karakterin içine girişiyle, seyirciye yaşattığı duygularla kelimelere sığmayacak bir oyunculuk sergilemiş. En çok ona kızdık, ama en çok o güldürdü diyebilirim.

Erdem Kaynarca, uzun zamandır Metin olmayı bekliyormuş. Metin’in çırpınışlarını, sevgi arayışını, birikmiş öfkesini çok güzel yansıttı. Başka bir Metin düşünülemezdi.

Hepimizin içinde eksik kalmış bir yer vardır. İşte bu hikaye o eksiği size hatırlatacak ve belki de bu oyunla o eksiği kapatacaksınız.

SIĞINAK

“Sisteme bile kayıtlı olmayan birinin ölü bedenini kim ne yapsın?”

Sığınak, herkesin acılarından kaçıp, birbirine sığınak olmasını anlatıyordu. Çaresizliği, kimsesizliği, memleketsizliği, isimsizliği, aslında şuan yaşadığımızda toplumda kimse olmamayı… Bu dönemde seyirciye anlattığı mesaj o kadar önemli ki.

Ülkemizdeki en çok dikte edilen şeylerden biri; kök salmaktır. Hatta Güneydoğu Anadolu’da bazı insanlar bunun için yaşıyor diyebilirim. Hepimiz yarına umut olsun diye kendi tohumlarımızı ekmek isteriz. Peki ya, yaşadığın hayatın, bastığın topraklar üzerinde bir yeri yoksa öldüğünde cesedinin bile bir yeri yoksa?

Biri burada doğmuş, ama göçmen bir ailenin çocuğu ve üvey babası tarafından şiddete uğruyor. Diğeri annesi tarafından terk ediliyor ve şuan bu ülkede yaşaması yasak. İkisi de birbirine sığınıyor. Ailelerinden yaralı çocuklar, birbirlerinin merhemi oluyor.

Ama oyun sadece bundan ibaret değil LGB+T bir kişinin yaşam zorluklarını da anlatıyor. İnsanın kimden kaçıyor olursa olsun, kendinden kaçmasının imkansız olduğunu, fedakarlık dediğimiz şeylerin aslında kendi duygularımızı temize çektiğimiz bir yer olduğunu bize öğretiyor.

Rejisiyle, metniyle, derdiyle, oyuncularıyla harika bir oyundu. Sezonlarca sürmesi gerek bir hikaye. Düğüm düğüm olmuş hayatların, o çaresizliğini izlemek çok zordu. İyi ki bu ekip toplanmış ve bu metni hayata geçirmişler. Eğer dertlerimizi paylaşamazsak, yaşamak istediğimiz hayata o adımı nasıl atabiliriz?

Umarım, sığındığımız insanlar bir gün sadece yaralarımız olmazlar.