Memuriyete yeni atanmıştım. Biraz daha gençtim. Hayatı bilmiyordum henüz... Bir ninem vardı, alt komşum... Beni tanıdıktan sonra benimle, torunuymuşu

Memuriyete yeni atanmıştım. Biraz daha gençtim. Hayatı bilmiyordum henüz... Bir ninem vardı, alt komşum... Beni tanıdıktan sonra benimle, torunuymuşum gibi ilgilenmeye başlamıştı.

Baktım aşağı yukarı her gün bana tabak geliyor, pazarlıkları alıp ona vermeye başladım bende…

Ninem bana yemek hazırlardı ve bunu zevkle, hasbilikle yapardı. Ben evleninceye kadar bu böyle devam etti. Şimdi bu yüzden mutfakla, yemekle hiç aram yok, öğrenmedim çünkü…

Kasaba isimli romanımda kendisine selam çaktığım, övgüler ve güzellemeler yaptığım ninemin sohbetini severdim, kalp gözü açıktı, bir zaman geçtikten sonra dedikleri hep çıkardı.

Uzun uzun yapmış olduğumuz muhabbetlerimizde, neden bilmem bir konuya takmıştı. İnsanlara belli bir mesafede durmak gerektiğini öğütlerdi bana sıkı sıkı, “Oğlum herkes bir yere kadar,” derdi. Fazlasının insanın başını ağrıtacağını, işleri de zora sokacağını söyleyip dururdu.

Bak buna itiraz edesim gelirdi. Neden insanların arasından bir 'refik' çıkmazdı. Olurdu canım, aramak bulmak, bunun için mesai harcamak gerekiyordu.

Toplumun biçtiği tüm kimliklerden, rollerden sıyrılıp, bütün yanlış anlamalardan, beklentilerden uzaklaşıp, aynı yöne bakacağı, birbirinin hayatından (cam kırıklarıyla yaşanmış kırılmalardan) bir şeyler öğreneceği, bir arkadaş, bir dost, bir bilge, bir ‘yâren’ bulabilirdi insan kendine.

Hatta evliliklerde bile, insanlar birbirini kırmaktan korksalar, yeri geldiğinde biraz faydalı mesafeli olsalar ve birbirine saygıyla özen gösterseler daha farklı olur düşüncesindeydim.

Ben böyle bakıyordum olaya, insana, insanın ruhunun güzelliğine inanıyordum... Bu uğurda - örneğin kadın erkek arkadaşlığına inandığım için - yer yer yanlış anlaşıldığım bile oldu. Ama ben bildiğim yolda ilerlemeye devam ettim.

Kimi zaman hak etmediğim şeyler de duydum, kimi zaman haftalar boyunca kimsenin fark etmeyeceği kadar büyük acılar çektim. “Olsun ziyanı yok,” dedim, acıların (hatta sebepsiz yere, bilmediğin şeylerden çekilenlerin bile) insanları olgunlaştırdığını, güçlendireceğini düşündüm.
***
Yıllar geçti, 2013 yılında, hiç beklemediğim bir an da vefat etti ninem... Ben yukarıda bahsini ettiğim düsturlara inanmış olarak, insan ilişkilerini elime yüzüme bulaştırarak yaşamaya devam ettim.

Maalesef karşındaki insana karşı attığın her bir adım kendinden vazgeçiş ve acaba'ydı… Ve kimi zaman hüsranla, hayretle ve hayal kırıklığı ile sonuçlanabiliyordu.

Ne kadar anlaşılma isteği barındırırsan barındır karşındaki seni anlamak istediği gibi ya da istidadı (yeteneği, hinterlandı) kadar anlayabiliyordu.

Olayları fazlasıyla ajite ve dramatize ediyorduk, yanlış anlamaya meyyaldik, hüzne, kara habere, kötümserliğe ve mutsuzluğa yatkındık. Çünkü öyle yetiştirilmiştik, böyle görmüştük etrafımızdan… Ve benim kişisel çabalarımla, insana inanma isteğimle değişmiyordu bir şeyler…

Ben şu an geldiğim noktada pes ettim artık. Bana lezzetli yemekler yapan, güler yüz ve iltimas gördüğüm nineme de fazlasıyla hak verdim.

Bir insanın; aynı yöne baktığında aynı şeyleri düşündüğü, tüm beklentilerden, isteklerden, menfaate dayalı ilişkilerden sıyrılmış, kimliklerden, kişisel hırslardan arınmış gerçek bir dost, bir bilge, bir kendine ‘yakın’ bulmasının çok zor olduğuna inanıyorum.

Buna engel olan çok şey var hayatta… Başlı başına insanın kendisi var mesela ortada…

Sonra siyaset, ego, geçmişi unutma, kıymet bilmeme, vefa yoksunluğu, dramatize etme, kıskançlık, huysuzluk, insani takıntılar, hep aktığı, her şeyi önüne katıp götürdüğü söylenen zaman ve bizi biz yapan hayat gibi…

Üstelik ilişkiler zamanla güç/iktidar mücadelesine ve benlik savaşına dönüşüyor. Bu hemcinslerde de böyle kadın erkek arasında da...

Ve insan başlı başına bir muamma zaten… İnsanın ruhunda emek emek hazırladığı bir sofrayı/masayı bir yumrukta yerle bir etme, sabahtan akşama kadar uğraştığı kumdan kalesini bir tekmeyle tuz gibi dağıtma var örneğin...
***
Memuriyete yeni atanmıştım. Şimdiye göre daha gençtim. Hayatın acımasız yanlarını, insanların zaaflarını, takıntılarını ve aşılamayan bencilliklerin toplamını bilmiyordum henüz... Üstelik kendimi de tanıyor sayılmazdım.

Bir ninem vardı, alt komşum... Beni tanıdıktan, ilişkilerin ilk aşamasında olan küçük korkuları ve soru işaretlerini atlattıktan sonra, benimle oğluymuşum gibi ilgilenmeye başlamıştı. Kırmadan, incitmeden öğütler verirdi bana, çok eskilerden hikâyeler, novellalar anlatırdı.

Israrla bana insanlarla belli bir mesafede olmak gerektiğini, bu durumun iki taraf için de daha hayırlı olacağını söylerdi. Sanırım onu anlamam ve kendisine hak vermem için senelerin geçmesi gerekti.

Komşu ninemi rahmetle ve saygıyla anıyorum.