Lev Nikolayeviç Tolstoy’a, “Harp ve Sulh adlı romanınızda ne anlatmak istediniz?” diye sorarlar.

Lev Nikolayeviç Tolstoy’a, “Harp ve Sulh adlı romanınızda ne anlatmak istediniz?” diye sorarlar.



Büyük Yazar: “Harp ve Sulh isimli eserimde ne anlatmak istediğimi anlatmak isteseydim, oturur, Harp ve Sulh’ü bir daha yazardım!” diye cevap verir.



Tolstoy’un bu büyük kitabını, o zamanın şartlarında, dokuz defa yazdığı bilgisini vererek önsöze devam edelim.



Meraklı bir okuyucu, bana “Ne yazıyorsun?” veya “Bu kitapta ne anlattın?” diye sorduğunda, (ben de) afallayıp kalıyorum.



Bu sebepten çok sıkıştığımda, “Romanlarımın ve hikâyelerimin hikâyelerini anlatmak, yıllar yılı kendilerini usumda ete kemiğe büründürmekten ve tüm imkânları seferber ederek oturup yazmaktan daha zormuş.” diyorum.



Her şeyden önce, yazdıklarımın, yaşamın içinden ve insanların sınırsız uzamlarının darasından olmasını istedim.



Okuyucu, hikâyeyi bitirdikten sonra, okkalı bir yumruk yemişe dönsün ve bana kızsın, bağırıp çağırsın, diş bilesin dedim. Hatta “Bu da olur mu, böyle de yazılır mı?” diye sorsun kendi kendine, sorgulasın…



Yeri gelsin bazı şeylere inanmakta güçlük çeksin. Yeri gelsin başını öne eğip “Maalesef hayatın ta kendisi bu, tam da böyle işte!” desin.



Stephen King, yazarlık hayatının başında, okuyucuyu sarsan, onların sabit fikirlerini değiştiren metinler kaleme almak ve bittiğinde yumruk yemişe çeviren kitaplar yazmak istediğini söylemişti.



Sanırım bu düşüncesinde başarılı oldu da…



***



Ahkâm kesmek ve malumatfuruş bir yazı yazmak niyetinde değilim. Önsöz çarpıcı olsun diye kelime oyunlarına başvurmayacağım ve sanat tarihinden esrarengiz hikâyelere girmeyeceğim.



Kimseye bir şey öğretme arzusunda da değilim. Çünkü gönderme ve ithaflar, zaten bilen birileri için yazdığımı düşünürsek az, bilmeyen, uzak olanlar için ise biraz fazla…



Tabii benim kendiliğimi inşa etmem için, insan olduğumu ve bu yaşamın içinde yer aldığımı aklımdan çıkarmamam gerekiyor.



Üstelik benim zihnimin dışında bir dünya var mı yok mu onu da bilmiyorum. (Bu cümle kusar gibi yazanlara gönderme olsun!)



Daha iyi yazmak, kendi sesini ve perspektifini bulmak için mücadele veriyorum.



Gerçi her metin, kahraman veya kurgusal örüntü, dilini ve anlatım şeklini, dolayısıyla kaderini kendisi belirliyor; bazan yazarını da peşine takıp başka âlemlerin kapısını aralıyor.



On dokuzuncu yüzyılın en büyük yazarlarından Honoré de Balzac, “Bugün bile hâlâ pek çok insan, roman karakterlerine verdiği duygular nedeniyle, yazarı suç ortağı yapma gülünçlüğüne düşer. Eğer yazar ‘ben’ diyorsa, hemen hemen herkes onu anlatıcıyla karıştırmak eğilimindedir.” demişse de ve fazlasıyla haklıysa da, ben anlatıcı tekniğiyle ve kahramanın bakış açısıyla ortaya konulan yazın ürünlerinde (yanlış anlaşılmayı göze alarak) sanırım daha rahatım.



Aynı zamanda - bir kişinin bakış açısı kullanıldığı için, başka kahramanların hissettiklerini ve düşüncelerini tam verememek, sadece anlatıcının yer aldığı mekânları, kareleri, temaları ve duyguları dikkate almak ve görünür kılmak gibi kendine göre elverişsiz bazı durumları barındırmakla birlikte - okuyucuyla, bu şekilde daha yakın ilişki kurulduğunu ve daha inandırıcı, yalın, yakın ve içten olunduğunu düşünüyorum.



Tabii ‘ben anlatıcı’ anlatım tekniğinin, Tanrısal anlatıma göre, iç ses ve bilinç akışı yazmadaki kolaylığını da göz ardı etmememiz gerekiyor.



Kaldı ki ‘kişisel dünyamda yaşadıklarımı yazıyorum’ diye bir yargıya varılması için illa ‘ben anlatıcı’ anlatım tekniğini kullanmama gerek olmadığını biliyorum.



‘Yaşadıklarını yazma’ suçlamasından veya yakıştırmasından (oysa bu, bir yazarın yaratıcılığına hakarettir) ömrümün sonuna kadar - yazdığım müddetçe - kurtulamayacağımı da göz önünde tutuyorum.



Bu güne kadar her yazdığımı yaşamadım, her yaşadığımı da yazmadım. Deneysel ve postmodern olmak için elimden geleni yapıyorum.



Şimdi gelelim asıl meseleye…



Aşk Ekmek ve Ölüm adlı kitabım ne anlatıyor?



Burada virgül koyalım ve haftaya kaldığımız yerden devam edelim.