___Paylana bir mavisiz gök

Külkedisi bir uzun ağıttır çocukların dilinde

Evvel zaman içinde sütü kırmızı damlıyor masal koyunlarının

Büyüdü yedi cüce

Ah ölüm pamuk prensesi alıştırıyor kendine!

Ölümün kirli sakalları ağarınca/ kuşluk vakti

Gölgesiz kaldı Karadağ yamacında

Hazal’ın ayrılığa b/ölünmüş adımları.___

Hani kızların ilk aşkı babalarıymış derler ya benimki de o cinsten. Gördüğüm en güzel gözlerin sahibi duyduğum en buğulu ses ona aitti, en heybetli, en yakışıklı, en sevecen, en koruyucu ve en kederli benim babamdı...

Usul usul özledim

Yürek dayanmaz yoksa…  

Adı adımla eş yorgun bir güz sabahında yaprak yaprak dökülüyorum sana. Bir kaçkın özlem gurbet gurbet sancılanıyor yürek yerimde. Tiz sesle “ben seni çok özledim””

_Tüm mısralarda adının harfleri çoğalırken

Yeni anlamlar kuruyorum yokluğunun koynuna

Bıraktığın yerdeyim hâlâ_

Dolmuşken saçlarıma aklar sana varan yolların sonrasında dönmüşken sele ve dokunmuşken kederler alnımın yokuşuna, sendeliyorum yüreğime sızan her mızrap sesi suskusunda…

Siyah ayinler dönencesinde düşüyorum kederin zülfüne

İçimdeki çocuğa ihanet ediyor semazen hıçkırıklarım

Ve k/ana k/ana içtiğim kılıç kesiği isyana mustarip dudaklarım

Sus düşüyor ellerim çığlığıma…

Gözlerimi kapayınca bir boşluğun savunmasız sanığı oluyor bedenim. Düştükçe dehlizlerine karanlığın, kederi sabitleniyor çehremin. Yerin yedi kat dibine sığamıyorken bedenim gölgesizliğe isyan ediyor yüreğim. Anacığımın dar oyalı yazmasını tutuyorken avuçlarımda, incinmesin diye dualar, sıkıyorum dişlerimle kelimeleri…

Gece harami heybesinden dökerken dünlerimi

Sepya fotoğrafların selamı kanatıyor kapanmayan sen’imi

Sabrımı ırgaladıkça kangren ayrılıklar

Arşı âlem tutuşuyor yüreğim

Avuç içi kadar küllerim savruluyor kahrımın rüzgârıyla…

Kıyamet artığı sözcükler savuruyorum olan, biten, yiten çarkında eridiğim yalan dünyaya…

Hani bakar da görmez ya insan, hani duyarda anlamaz algılayamaz ya varoluş gayesini öyle kem ve küm sayıklıyor dudaklarım hararetle…

Kök verdin ya toprağa,

Hasret misin diye endişelenmiyorum tulum peyniriyle demli çaya…

En sevdiğin türkü çalıyor radyoda ”eledim eledim höllük eledim” duyuyor musun sahi?

Onlarca roman okuyorum. Okudukça sırnaşıyor hüzünler, okudukça mutsuz sonlarda yalpalıyorum.

Kahramanların kirpiklerinden ölüm soluduğu, ağzından suni bedenler yaktığı şekilsiz masallarda kesiliyorken sesi soluğu gülümseyişin, “güneşe kananlar cemreden oldu” diyorum usulca…

Sonra sorular arasında diplere düşüyor yetim.

Hani şu yaşama sevinci dedikleri şey, atlıkarınca misali bir şey mi?

Ya da her yeni güne astarsız sevinçler biriktirmek mi?

Teyelsiz gülümsemelerle ağız dolusu haykırmak mı?

Mutlu sözcüğü mutlu mu sahi onca yürek medet umarken her harfinden?

Biliyorum ki geceleri çok seversin. Şimdi en temiz yıldızlar düşüyor üzerine. Bir dilek tutsana benim için.

Toprak kadar, susman kadar derin

Yanın olsun artık yerim…

Bir demet menekşeyle yasına düşecek adımlarım

Yangın özlemlerimle

Soğukluğundan öpeceğim adını

Üşüme babacığım

Çarşaf çarşaf örteceğim kabrini

Dudağıma mimlenen dualarımla…

Bayramlar pusu kurmuşken duldasız yaşlarıma

Takvimler sensizliğin gününü kutluyor 

Ellerinin nasırından öpmek istiyorum

İnancım bastırırken ağıtlarımı/dolukmuş suskumla umut

Anladım ki,

Hicranım baharını yaşıyor yeniden

Hasret/liğ/im taş duvar ortasında…

Sessizliğinin de bir dili var

Boşluğunun anlam eşiği

Adımlarımı acıtan.

Neler neler öğrettin sancıyan çocukluğuma…

Gittin ya

O gün bu gündür

Sırtım üşüyor baba…

Masallar sıvasız örüldü yokluğunda...

Babama tüm babalara…

Gününüz kutlu olsun….