Otomatik tüfeğiyle bir bütün olmuş, yanına zağarlarını da alıp ava çıkmış, pespaye bir adamın hırsını ve yapışkan heyecanını düşün.

Günün sonunda canlarını alıp önüne serdiği kınalı kekliklerle, kırçıllı nazenin bıldırcınlarla veya birkaç tane boz tavşanla poz verip sırıtışını gözünün önüne getir.

İnsan ilişkilerinin dedikoduyla ve dramatize ilerlediği bir kasabada, kalabalık olmalarıyla övünüp ve kendine değil de komününe güvenerek gezinenleri hatırına getir mesela.

Vatan millet yaygarası yapanlardan, doğuda görevli bazılarının, eşlerini, doğuma yakın, batı illerine gönderdiklerini ve “Hanım memlekete gitmişti de, doğumu orada yaptı!” diyerek zavallıca kendilerini temize çıkarma gayretlerine girdiklerini hayal et.

İngiltere Kraliçesi’nin torunlarından birisinin el serçe parmağı ortalamadan kısaymış. Nasıl olurmuş. Bu konu ajanslarda haftanın dedikodusuymuş. Zaman ayırıp bu haberi de bir oku bakalım.

Seneler sonra ortaya çıkan ünlü sinema sanatçısının son hali görenleri şaşırtmış. Bir zahmet bunu da bir kenara koy.

Kırklı yaşlardaki popüler ve sevimli yazar, kendini arayan insanı yazmış son romanında. Bundan sonra hangi kitabı yazacağını kendisi de bilmiyormuş ve çok merak ediyormuş.

Oysa geldiğimiz distopik ve uyuşmuş noktada kimsenin kendisini aramadığını bu popüler yazarın kendisi de - birazcık mürekkep yaladıysa - ayrıntısıyla bellemiş olmalı aslında. Kulağa hoş geldiği ve ederi olduğunu bildiği için bu yıpranmış kelimeleri bir arada kullanıyor.

Araziye zağarlarını salmış ve köpekleri tarafından önüne getirilen uçarları, kaçarları, otomatik tüfeğiyle yere seren yılışık adam mı şimdi kendini arıyor? (Köpeğini ferma pozisyonunda gören avcının kendinden geçmesi olayını da tahayyül ediver, sayın okuyucu.)

Komünüyle bir olup avantaj sağlama ve dokunulmazlık zırhına bürünme çabası içindeki şahsiyet, ömrü boyunca acaba hangi arızalarıyla boğuştu?

Evladının nüfus cüzdanında, görev için bulunduğu doğu vilayetlerinin, ilçelerinin yazmasını istemeyen adam mı mutlak gerçekliğin peşinde?

İngiltere Kraliçesi’nin torununun el serçe parmağının kısalığıyla uğraşan, medeniyeti adeta yalamış yutmuşlar dünyanın avangardıyla ve kendi ruhlarının dehlizleriyle mi uğraşıyor?

Yirmi yıl sonra ortaya çıkan bir insanın aynı kalıp yaşlanmamasını, yüzünün değişmemesini ve derisinin kıvır kıvır olmamasını bekleyen andavallı gazeteci mi kendini bulmaya çalışıyor?

Ya da kendisini arayan bir adamı yazdığını iddia eden sevimli yazar mı kendisini böyle arıyor?

Bunların hepsi kuyruklu, rezilce birer yalan, hatta insanın aklıyla alay etmenin bir başka çeşidi... Kimsenin kendisini aradığı, bunun için dişe dokunur bir eylem yaptığı yok aslında.

Kimisi paranın, daha çok biriktirmenin peşinde… Kimisi güzel, bakımlı kadınlar için yanıp tutuşuyor ve sosyal medyanın yanılsamalı, loş ışıklı bölmelerinde torunu yaşındaki kızlara ucuz ve kösnül methiyeler düzüyor.

Kimisi gücün, iktidarın, adam tanımanın, iş takibi yaptırmanın, ‘hayırlara vesile olması’nın ve ‘makamında ziyaret etme’nin köpeği (bu ifadenin gerçek, saygın bir köpekle ilgisi yoktur) olmuş.

Kimisi zevkin doruklarında, hedonizmin merkezinde geziniyor. Kimisi doğaya zarar vermek, her türlü teknik imkânlarıyla hayvanların canını almak için kayıt yaptırıyor, belge alıyor ve resmî bir yerlere üye oluyor. (“Avcılık katliamdır.” diyenlere şiddetle karşı çıkar, bu işin spor ve stres atma aracı olduğunu gürültüyle söyler.)

Kimisi günahsız ve cennetlik olduğuna, diğerlerinin cehennemi boylayacağına inanmış. Kimisi kendine değil de kalabalığına bel bağlamış ya da adı geçen konuda insana ulvi dersler verirken ‘çaktırmadığını sandığı yandan’ vatanının batısını kutsuyor.

Kimisi göz önünde insanların günlük hayatlarının içinde, zırvalarda, anlamsızlıklarda ve aylak hayaletlerin bile mesele yapmayacağı alışkanlıklarda kaybolmuş gitmiş. Kimisi günlük haberiyle matah işlediğini sanarken kendi alıklığı haberin daniskası olmuş farkında değil.

Kimisi de iki kitap yazdı diye, kaderden, kendini aramaktan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den (üstadın adını anmazsa eksik kalırdı) ve tırnak içinde 'tefekkür yürüyüşü'nden bahsederek kendine gizemli bir hava ve bize de ağdalı vaaz veriyor.

Oysa "Bu çağ, bir delilik çağı değil, çünkü deliliğin bile bir saygınlığı, Türk Ceza Kanunu’nda yeri ve iler tutar tarafı var." demiyor. (Fiili işlediği zaman şuurunun veya harekâtının serbestîsini tamamen kaldıracak surette akıl hastalığına duçar olan kimseye ceza verilemez. TCK Madde 46)

"Öldürdüğü tavşanı 'Bu günkü nasibimiz.' diyerek sosyal medyada paylaşıp kanlı gözlerle sırıtanların etrafımızda dolaştığı ve insanın aklıyla, sabrıyla, merhametiyle alay etmenin norm olduğu lâin bir zamanda yaşıyoruz." da diyemiyor.

Bu çağın, tam bir aptallık ve sıkletinin altındakilere karşı gaddarlık, diş geçiremediklerine karşı yaltaklanma çağı olduğunu da söyleyemiyor. Anlamından bıkmış kelimelerin etrafında dolandıkça dolanıyor. 

Onun ifade etmediklerini kısaca ben söyleyeyim. Aptallık, gaddarlık ve yaltaklanma lağımlarının içinde debelenip kendimizi arıyoruzdur belki… Kırklı yaşlarda şirin yazar, sıkıysa, bunları yazsın.