Son yıllarda en çok üzerinde durduğum, düşündüğüm şeyler; Suriye’de çocukların üzerine bombalar yağdırılması, insanların yayan yapıldak yo

Son yıllarda en çok üzerinde durduğum, düşündüğüm şeyler; Suriye’de çocukların üzerine bombalar yağdırılması, insanların yayan yapıldak yollara düşmesi ve kucaklarında yavrularıyla botlara binip denize (ölüme) açılmaları… Üstelik bunu durdurmak için kimsenin ciddi bir şey yapmaması…

İkincisi; koca koca, güya yerinde ağır, adamların/kadınların, olaylara, ölümlere, katliamlara ve savaşlara, insanî değil de basbayağı, açık açık, göstere göstere, siyasî bakmaları…

Ortada, kendilerine, soylarına ve görüşlerine uygun bir mağduriyet var ise, basıyorlar yaygarayı, paylaşım yapıyorlar, rahmetle anıyorlar. Yok, eğer kıyım, onların inandığı siyasî zemine denk düşmüyorsa, dut yemiş bülbüle dönüyorlar, bizim oraların tabiriyle sim-sonlanıveriyorlar.

“Hatta küçücük bedenlerin parçalara ayrılması, köylerin ateşe verilmesi, otellerin içindekiler ile birlikte cayır cayır yakılması bile onların oturmuş, yosun bağlamış fikirlerini değiştirmiyor,” desem büyük laf etmiş olur muyum bilemeyeceğim.

Bundan 25 yıl önceydi. Gene böyle güzel bir Temmuz başında, Sivas’da, Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında, Madımak Oteli yakıldı ve 33 kişi (yazar, şair, ozan, oyuncu, düşünür, 2 otel çalışanı ve tabi çocuklar) yanarak ya da dumandan zehirlenerek hayatlarını kaybetti.

İnternette orada ölenlerin isimleri var. Üşenmeyin, listeye şöyle bir göz gezdirin isterseniz. Sona doğru hâlâ olaya siyasî bakacak mısınız, hâlâ ‘ama, fakat, lâkin, armut sapı, üzüm çöpü’ diyecek misiniz, hâlâ sim-sonlanacak mısınız, hâlâ dut yemiş bülbül gibi davranmaya devam edecek misiniz?

Gördünüz mü? Bu günün şartlarında orta yaşlı sayılabileceklerle birlikte, annesinin babasının ne hayallerle, beklentilerle, gülerek, eğlenerek, hüzünlenerek, mutlulukla, belki de yokluk içinde, emek emek büyüttüğü, yirmili yaşlarının başında (hatta daha da küçük) ne hayatlar yitmiş gitmiş.

Sonra… 5 Temmuz 1993 tarihinde Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar Köyü Katliamı yapılmış. Akşamüzeri 100'e yakın PKK mensubu köyü basmış. Ezan okunduğu sırada camiye giren örgüt mensupları cemaati dışarıya çıkarmış, köyün meydanında toplamış.

Erkekler kurşuna dizilmiş, burada 29 kişi ölmüş. Daha sonra köy ateşe verilmiş ve 214 ev, okul, camii, halkevi, hayvanı haşaratı ile birlikte yanmış gitmiş. Evlerde saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak can vermiş. Geriye 33 ölü, 30 dul kadın, 100’e yakın yetim çocuk ve büyük bir travma kalmış.

Şimdi Madımak ile Başbağlar’ı karşılaştıranlar, bunları malzeme yaparak siyasî olarak birbirine karşı söylemlerde bulununlar var, insanın aklı havsalası almıyor bunu… Her iki saldırıda hayatını kaydedenlerin ve geride kalanların acısını, aynı şekilde, nasıl duymazsınız, bana söyler misiniz?

Madımak Oteli’nde evladını yitiren annelerin babaların yaşadığı yürek yarasıyla, Başbağlar’da babası kurşuna dizilen, gözlerinin önünde tüm köyü yakılmış, bir yetim yavrunun sarsıntısı, hissettiği birbirinden ağdırır mı? Acı, siyaset kaldırır mı? Siyaset kutsal mı ve yaşananları örter mi?

Alevi’nin, Kürt’ün, Türk’ün, Arap’ın, Müslüman’ın veya Hıristiyan’ın evladı hep aynıdır, biriciktir, üzerine titrenilmiştir, emek emek büyütülmüştür, onun da herkes gibi, hepimiz gibi, kocaman bir hayat hakkı vardır ama siz bunu bilmiyorsunuz, böyle düşünmek istemiyorsunuz ve işinize gelmiyor.

Çünkü merhametinizi bir köşe başında yitirmişsiniz, aklınızı kiraya bile vermemişsiniz, tamamen başkaları işletiyor orayı, ruhunuzu siyaset idare ediyor da farkında değilsiniz, örneğin küçük bir çocuğu hayatı tanımaya çalışırken seyretmemişsiniz, koşulsuz sevgi nedir bilmiyorsunuz.

Olaylara insanca, vicdanla, merhametle bakacaksınız baylar, aslolan budur. Yaşam hakkını, hayatı, çocukları ve geleceği savunacaksınız. Haa devlet, bir yerde suç unsuru bulursa, görürse, kanunlar ve hukuk çerçevesinde gereken yapılır o ayrı... Ama öldürmek, yakmak, patlatmak ne oluyor.

Yaşamak kadar güzel ne var Allah aşkına? Memleketimde, Aydın taraflarında anlatılır. Güzel, dolu dolu, maddi sıkıntılardan uzak bir ömür sürmüş ve benim de imrendiğim doksanlı yaşlara gelmiş bir ihtiyarın bile, ölümüne yakın “Bu yaşıl (yeşil) dünyayı nasıl bırakıp gideyim,” dediği söylenir.

Evet, dünya yüz yaşına merdiven dayamış birinin bile bırakıp gitmek istemeyeceği kadar güzeldir çünkü. Yeşildir, parklarda oynayan çocuk çığlıkları ile doludur, baharda dokularla, rayihalarla çevrilidir. Peki, neden yüzyıllardır bu topraklarda yaşam değil de ölüm savunuluyor, özendiriliyor.

Aydınların özgürce fikirlerini söylemesinden ne çıkardı, ülke mi batardı, devlet mi yıkılırdı. O köyde hiçbir şeyden habersiz insanlar neden cayır cayır yakıldı. Geriye onca acı, söylem, hırs, intikam, savrulma, savsaklama, görmezden gelme, görevini ve sorumluluğunu yerine getirmeme neden kaldı.

İnsanlar Madımak’ta, Başbağlar’da, yaşlısıyla, genciyle, çocuğuyla bu yeşil dünyayı bırakıp gittiler. Onların da üzerine titreyenler vardı, hayatta yapmak istedikleri, evlilik hayalleri, seyahat istekleri, belli bir yaşı devirme beklentileri ve çoluk çocuğa karışma düşünceleri vs. vardı, vardı.

Tıpkı son yıllarda içinde Suruç’da, Sıhhiye Meydanında, Çankaya’da ve Sultanahmet’te, Veznecilerde, Atatürk Hava Limanında öldürülen insanlar gibi, onlar da kendilerinin, izinleri, onayları ve bilgileri olmadan dünyaya gelmişlerdi. Nefes almak, koşmak, yorulmak niyetindelerdi.

Güzel günler yaşayıp, yaşlanıp sıralı olarak doğal bir şekilde ölmek istiyorlardı. Ama bu insanların en tabii ve güzel hakları, birileri tarafından, hayâsızca ellerinden alınıyor, alındı. İnsana üzüntü veren de geriye kimlik üzerinden acıyı paylaşma mirası kalıyor.

Esas şaşılacak olan bu durum…