Yeniçağrı Gazetesi’ndeki yazılarımda, niçin siyasi konulara daha fazla girmediğim, neden bazı şeylere kendimce müdahale etmediğim soruluyor. 20

Yeniçağrı Gazetesi’ndeki yazılarımda, niçin siyasi konulara daha fazla girmediğim, neden bazı şeylere kendimce müdahale etmediğim soruluyor.

2004 yapımı ‘Vizontele Tuuba’ filminde bir sahne vardır. Mahmut Duran (Bülent İnal) rahmetli Nejat Uygur’un hayat verdiği, Hacı Zübeyir’i ziyarete gider.

Hacı Zübeyir Amca ile Mahmut, güzel bir kamelyada karşılıklı otururlar. Komik bir şekilde, Mahmut Duran’ın okulunun nasıl gittiğinden, kaç dersinin bütünlemeye kaldığından konuşurlar.

Zor ilerleyen bir sohbettir bu. Hacı Zübeyir Amca, Mahmut’a, olaylara karışmamasını tembihler durur, arada… Çünkü Türkiye’de olaylara karışmak, fincancı katırlarını ürkütmek, başına iş almak demektir. Belki de bu işin sonu hapishaneye gitmedir, sürgündür, akıbeti ölümle bile sonlanabilir.

Bana da ilkokuldan sonra okuduğum yerlerde, dikkatli olmam konusunda uyarıda bulundular ve hep benzer şekilde nasihat edildim bende. “Siyasete uzak dur, olaylara karışma!”

Bilhassa dedem tarafından, Atatürk’e suikast meselesiyle, Menemen olaylarıyla ve Adnan Menderes’in (ve iki arkadaşının) asılmasıyla ilgili - ısrarla - konuşmamam söylendi. Kubilay’ı öven veya yeren herhangi bir söylemde bulunmamam usulü kaidesiyle anlatıldı.

Sivas’da, Erzincan’da (Başbağlar’da), Çorum’da, Maraş’da öldürülen aydınlar/insanlar hakkında bilir bilmez atıp tutmamam, her on yıl da bir yapılan, demokrasiyi kesintiye uğratan darbelerle alakalı yorum yapmamam, üstüne basa basa tembihlendi.

Hâlâ büyüklerimin ve sevenlerimin inceltmeye çalıştıkları cümlelerle, ‘bazı konularda’ kalem oynatmamam için uyarılıyorum. Kimileri de kuş beyinleriyle aba altından sopa gösteriyor veya üstün zekâlarıyla kelime oyunu yapmaya kalkıyorlar bana karşı...

Bu zamanda, 2018 yılında annemle babamla telefonla konuşurken bile “güncel şeyler” bahsedilmiyor artık aramızda. Siyasî meselelere girilecek olursa hemen onların kararıyla kapattırılıyor bu konuşma… Şimdi ne bekliyorsunuz benden, söyler misiniz bana…

İlkokuldan itibaren yaşadıklarım, bana denenler bilinçaltıma yerleşti. Bu yüzden, içimin derinliklerinde bir ses, hep “Olaylara karışma, mümkün olduğunca politikadan uzak dur!” deyip durdu.
***
2006’nın Mayıs’ında memur olduğum zaman, çalıştığım kurumumun Ankara’daki binasında herhangi bir partiye kayıtlı olup olmadığım sorulmuştu, ilkin... Allahtan hiçbir partiye üyeliğim yoktu. İyi ki bu noktada da dedemi dinlemiştim, yoksa kaydım bulunsaydı memuriyete giremeyecektim.

O gün orada “Hiçbir tesir altında kalmaksızın, hiç kimseden korkmadan, seçim sonuçlarının tam ve doğru olarak belirlenmesi için, görevimi kanuna göre, dosdoğru yapacağıma, namusum, vicdanım ve bütün mukaddesatım üzerine and içerim,” diye yemin ettim.

O günden beri yeminime sadık kaldım. Aktif siyaset ile alakalı herhangi bir şey yazmıyorum, kurumumdan emekli olmadan veya istifa etmeden de kalemimi oynatmayacağım.

Zaten Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığından izin alırken “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında kitap ve makale yazmasında ve romanlarını yayımlatırken telif sözleşmesi imzalamasında sakınca bulunmamaktadır,” denildi.

Ama tek şart vardı, görevimle ilgili konulara girmeyecektim. Bu nedenle aldığım iznin dışına çıkma, taraf olma ve bazı konularda fikrimi açık açık söyleme gibi bir niyetim yok.

Haa, öteki memurlar çatır çatır siyaset yapabilirler, yakın oldukları partinin alıntılarını facebook sayfalarında rahat rahat paylaşabilirler. Böylece kendilerini garanti altına alırlar ya da tehlikeye atarlar, sıkıntı yok. Bu onların cibilliyetlerine kalmış, benim sorunum değil.

Ben kamu personeliyim, üstelik seçim kâtibiyim.

İnatla, hepsine, herkese eşit mesafede duracağım. Ben bir yazar (adayı) olarak, edebiyata yakınım, politikadan uzağım… İşimi yaparken de tüm partilere, bütün görüşlere eşit, aynı uzaklıktayım.

Fakat Sivas’ta, Madımak Oteli yangınında ölen aydınlarımız konusunda (tabii ki yapılması gereken bu) hassasiyet sahibi olup Başbağlar’da yaşananları görmezden gelmenin, benim gözümde çok riyakârca, hatta ahlaksızca bir tavır olduğunu söylemekten geri kalmayacağım.

5 Temmuz 1993'te, Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar Köyü’nde PKK tarafından 33 sivil, çocuklar acımadan öldürüldü, köy ateşe verildi. Çocuklar öksüz, yetim, evsiz kaldı. Bu öyle görmezden gelinecek, politik görüşünden ötürü dikkate alınmayacak, az buz bir olay ve acı değil…

Toparlayacak olursam, kendimi onlarla kıyaslamıyorum ama - çünkü bunun için yemem gereken çok fırın ekmek var - ben Türkiye gerçeklerinin, yaftalamaların, jurnallemelerin, aramaların, tutuklanma söylentilerinin, Zülfü Livaneli’yi, kaç yıl bu ülkeye hasret bıraktığını bir yerlerden okudum.

Birçok yazarın başına neler geldiğini çok iyi biliyorum. Bu yüzden olaylara karışmıyorum. Elimden geldiği kadar insanlara insanca bakıyorum, olaylara siyasî değil insanî tepkiler vermeye çalışıyorum.

Madımak Otelinde yakılan ile Başbağlar Köyü’nde kesilen insanların acılarını, taa ruhumda aynı şekilde duyuyorum, duymaya çalışıyorum.