Merhaba Sayın Doğan SOYDAN. Edebiyat Öğretmenisiniz ama Bursa’da gazetecilik yapmışsınız, neden?



DS: Mesleğimi severek yaptım ama okul ortamlarını sevmediğim için 1994 yılında, kırk iki yaşımdayken emekli oldum; o yaştaki insan boş oturur mu? Yalnız cebime değil topluma da katkı sunabilecek bir iş yapmayı düşündüm ve bulunduğum ilçenin ilk gazetesini çıkardım. İlçe halkına ve çevreye hem kültürel hem habercilik anlamında güzel hizmetler sundum. On yıl, “Köpeksiz köyde değneksiz gezenlerle” uğraştım. Tekerinin önüne taş koyduğum kişi ve kurumlar bundan çok rahatsız oldular doğal olarak; ama onlar rahatsız oldukça ben keyifleniyordum.  Kurucusu olduğum gazete halen işlevini sürdürüyor.



Çocukluğunuzdan bahseder misiniz? Nerede ve nasıl bir çocukluk geçirdiniz?



DS: Aslen Elbistanlıyım ama çocukluk ve gençlik yıllarım Afşin’de geçti. İlçede hiç Avukat yoktu. Babam ordudan ayrılmış, Davavekilliği yapıyordu. Bilgisi, kültürü, güzel Türkçesi, giyim kuşamıyla o ilçede iz bırakanlardan biridir. Yazıhanesine gidip daktilosuyla oynamak, çantasını kurcalamak, masada durup duran gazeteleri karıştırmak gibi yaramazlıklarım vardı. Masada sürekli bir cam sürahi dururdu. O zamanlar kar satanlar vardı ilçede; parasına göre, testereyle kesip verirlerdi. Yazın sıcak günlerinde 25 kuruş kar almam için, 25 kuruş da bana harçlık verirdi. Cebim leblebi, şeker vs. dolu olarak eve dönerdim, dünyalar benim olurdu. Sokaktaki kediler, köpekler, börtü böcekler oyuncağımız, uçuşan kuşlar en yakın dostlarımızdı. Okuldan sonra sokakta mahalle arkadaşlarımızla geç vakitlere kadar oyunlar oynardık. Hiç korkmaz, çekinmezdik; çünkü mahallede herkes biz çocukların koruyucusu gibiydi. Şimdi bakıyorum da çocuklar annesiyle, babasıyla okula gidip geliyor, sokaktaki kedilerden, köpeklerden korkuyorlar. Bütün bunlara baktığımızda doğadan kopuş anlamında, toplumsal güven yitimi anlamında çok şeyler kaybettiğimizi görüyor ve üzülüyorum. O yıllara ilişkin olumsuz hiçbir anı hatırlamıyorum. Ülkemizi, insanları, doğayı severek, karşılıklı saygı-sevgi ve güven ortamında geçti çocukluk yıllarımız.



İnsan yaş aldıkça geçmişle, kendine göre yitip giden o güzel günlerle birlikte mi yaşar? Bunu yapması, kimi zaman bugünü ıskalamasına neden olur mu?



DS: Bir yazar arkadaşımız geçen gün, “Yazarlık atölyesi” gibi kursların mantar gibi çoğaldığını belirtmiş, “Kursa gitmekle yazar olunur mu?” diye soruyordu. Ben de, “Bir kuyuyu ne kadar derin deşerseniz deşiniz, eğer tabanında varsa su çıkar,” demiştim. İnsanın çocukluk, gençlik yılları kuyunun tabanında biriken berrak su gibidir. Sonraki bütün yaşantımız o sudan beslenir, büyür, gelişir ve o su kılcal damarlarımıza kadar işler. Demem o ki yaşam boyunca, çocukluğumuzdur duygularımızı, düşüncelerimizi, düşlerimizi besleyen. Yaşam; çocukluk, gençlik ve yaşlılık evrelerinden ibaret bir bütündür; birini ötekinden koparmak, ayrı tutmak olası değildir.



Eğer yazar olmasaydınız ve gazetecilik yapmasaydınız - Edebiyat Öğretmenliği - dışında hangi meslek ile uğraşmak isterdiniz?



DS: Çocuklara, “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sorar, herbirinden ayrı yanıtlar alırız.  Herbirinin düşü, dünyası farklıdır.  Sonuçta o çocuklardan çok azı, olmak istediği, düşlediği mesleğe sahip olabiliyor. Eğitim sistemimizdeki en büyük çarpıklık bu… Çocuklarımız ilgisi ve yeteneği doğrultusunda eğitim alamıyor; bu da uygulanan sınav sisteminin sonucu olsa gerek. Bizler de öyle olduk… Öğretmenlik düşlemediğim bir meslekti. Hukuk adamlarına her zaman imrenmişimdir.



Sizi gazeteciliğe ve yazmaya ne yönlendirdi? Doğan SOYDAN neden yazıyor?



DS: Kimi sermaye ve yetki sahipleri bu güçlerini baskı aracı olarak kullanırlar. Halkı baskı altında tutmaya ve yönlendirmeye çalışırlar. Özellikle siyaset arenasında çok görülen gerçektir bu…  Gazetecilik, böyle durumlarda halktan yana tavır almak, halkın yanında olmak, haksızlığa ve tahakküme karşı çıkmaktır. Ben Gazeteciliğe salt bu düşünceyle başlamıştım ve bu anlayışla gazetecilik yaptım.  Yazarlık ise farklı bir şey… Ortaokul son sınıftayken bir Roman yazmaya heveslendiğimi hatırlıyorum, 30-40 sayfa kadar yazmıştım da…  Ama bu hevesin nereden kaynaklandığını bilemiyorum. Türkçe kitaplarında okuduğumuz Ömer Seyfettin, Sait Faik, Yakup Kadri, Falih Rıfkı Atay gibi yazarların bugün bile unutamadığım öykülerinden etkilendiğimi sanıyorum. Sonraki yıllarda özellikle Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal vb. Yazarların Kitaplarından etkilendiğimi düşünüyorum. Yazarlığım, onlara özenmek, onlar gibi “Yazar olmak”  isteğimin bir sonucu mudur acaba; ben de bilemiyorum.   



Gazeteciliğin zorlukları neler?



DS: Yerel gazetecilik ulusal gazetecilikten daha zordur. Çünkü isteyen istediği zaman gelip yakanızı tutabilir. Gazeteciliğin en zor yanı bunu gözealabilmektir. Yukarıda da belirttiğim gibi gerçek gazetecilik yaparsanız türlü zorluklarla karşılaşırsınız ama “Gelen ağam giden paşam,” anlayışıyla gazetecilik yapmanın zorluğu olmadığı gibi, böyle gazeteciler, hâkim sınıflarca taltif ve takdir de edilirler.



Hayatın; sanatı taklit ettiğine inanıyor musunuz?



DS: Bence hayat sanatı değil; sanat hayatı taklit ediyor. Yazdıklarımız yaşadıklarımızdır, yani sanat,  yaşadıklarımızın taklidinden ibarettir. Bir sanat eseri, insanların yüreğinde, benliğinde bir kıpırtı yaratabilmelidir. Yazar, yaşadıklarını ya da yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını yazan, taklit eden sanatçıdır.



Bir yazar olarak okuduğunuz ve çok beğendiniz yazarlar kimler?



DS: Bizim çocukluk, gençlik yıllarımızda Anadolu’da kitaba, dergiye ulaşmak zordu. Ona rağmen ne yapıp edip buluyor ve okuyorduk. Özellikle toplumcu-gerçekçi yazarların kitapları bizi çekiyor ve etkiliyordu; çünkü onlar bizi ve bizim sorunlarımız anlatıyorlardı. O eserlerde kendimizi buluyor, kendi sorun ve sıkıntılarımızın farkında oluyorduk. Sözgelimi, Mahmut Makal köyde çobanlık yaparak büyümüş bir çocuk. 1950’li yıllarda “Bizim Köy” eserini yazdığında 17 yaşındaydı. Bu kitabı yazdığı için başına gelmedik iş kalmadı; cezaevleri, sürgünler, görevden almalar!.. Ne idi Mahmut Makal’ın suçu(!) yüzümüzün ayıbını yüzümüze vurmak… Bu kitap yayımlanıncaya değin köyü billur ırmaklarıyla, meleyen kuzularıyla, arısı, çiçeğiyle, balı kaymağıyla Cennetten bir köşe sananlar ilk kez köy gerçeğiyle karşılaşıyorlardı. Onların bildiği, düşlediği köyle Mahmut Makal’ın anlattığı köy aynı değildi. Makal, köylerde insanlarla hayvanların birarada yaşadığını, insanların hastalıktan ve bakımsızlıktan telef olduğunu, yeni doğan çocuklardan çoğunun daha bir yaşına basmadan öldüğünü vb. sefaleti anlatıyordu. Bu eser aynı zamanda köy yazınının da başlangıcı oldu ve yedi yabancı dile çevrilmişti o zaman. 



Fakir Baykurt da yazdığı ilk romanın adını “Pıtrak” koymuş. Yayımlatmak üzere Ankara’nın yolunu tutmuş ama denetimden geçmemiş, yayımlanmasına izin verilmemiş.  Baykurt köyüne döndüğünde anasına: “Adı Pıtrak olduğu için Kabul etmediler,” deyince,  anası: “Oğlum bekle, günü zamanı gelince bastırırsın ama adını yine Pıtrak koy; koy ki Ankara’dakilerin orasına burasına batsın!” demiş. Demem o ki bu ülkede yüzümüzün ayıbını yüzümüze vuran, sırça köşklerde yaşayanların orasına burasına batan eserlerden birileri her zaman rahatsız olmuşlardır. Benim “Delikli Kuruş, Dünyam İğne Ucu, Sen Yine de üzülme” öykü kitaplarım da aynı çizgiden aynı damardan gelen kitaplardır. Bu tür eserleriyle bizlere ışık tutan Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Rıfat Ilgaz, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Tahsin Yücel gibi yazarlardan etkilenmişimdir. Yabancı yazarlardan Tolstoy, M. Gorki, Anton Çehov, Cengiz Aytmatov idollerim olmuşlardır.



Sizce modern Türk Edebiyatı’nın temel sorunu ne? Edebiyat dünyası nereye gidiyor?



DS:  Önemli yazarlarımızdan biri bir yazısında: “Zoraki yazar ve zorlanarak yazılan kitap o kadar çoğaldı ki…” diyerek mevcut sisteme ilişkin şikâyetini dile getirmiş. Gerçekte de piyasa, “zorlanarak yazılan” kitaplarla dolu. Bunun önüne geçmek gerekir ama nasıl?



Geçtiğimiz günlerde, “Kültür Bakanlığı iki kitaba yasaklama koydu,” haberi gündem yarattı. Yazarların çoğu bunun bir tür “sansür” olduğu yönünde görüş bildirdiler. Ben,        



-Kültür Bakanlığının yaptığı gibi olmasa da- ona benzer bir sivil denetim mekanizmasının olmasından yanayım. Aksi halde Edebiyatla, sanatla ilgisi olmayan kitaplar, salt bu piyasadan pay kapmak amacıyla çığ gibi çoğalıyor ve yaygınlaşıyor. Türkiye’de Yayınevlerinin, yayıncıların bağlı olduğu, onların hakkını arayan, koruyan “Yayıncılar Birliği” var ama yazarları ve eserlerini koruyacak, savunacak bir kurumun olmaması büyük eksiklik. Düşünün, il ve ilçelerdeki kitapçılar, yayıncılar, dağıtımcılar, internette kitap pazarlayan kurumlar, fuarcılar; bütün bunlar yazarın sırtından para kazanıyor. Yazar yazmasa, üretmese bu sektörün çarkı kırılır. Ona rağmen en çok mağdur edilen de yazarlardır. Bu nedenle yazarların hakkını hukukunu arayacak, savunacak sivil bir kuruluşun ve denetimin gerekliliğine inanıyorum.



10. İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ der. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek işi midir? Ya da sonradan emek verilerek geliştirilebilir mi?



DS: Herkesin hayatı Roman konusu olabilir ama her yazılan Roman olamaz. Yazmak için insanın dağarcığı dolu olmalı. Bir insan yazım kurallarını iyi bilebilir, güzel, etkili cümleler kurabilir, akıcı bir anlatıma sahip olabilir; bunlar yazmanın olmazsa olmazları… Yukarıda sözünü ettiğim “Yazarlık atölyeleri” bunların hepsini öğretebilir belki ama kişinin dağarcığı boş ise neyi yazacak? Bu dağarcık öyle bir günde beş günde dolmaz; çocukluktan beri edinilen kültür birikimiyle dolar. Her şey sonradan öğrenilebilir ama kültür dağarcığı sonradan dolmaz, doldurulamaz. Kültür, yaşamımız boyunca edindiğimiz birikimlerin tümüdür.  Herkes kitap yazabilir, önemli olan kalıcı eserler yazıp yarınlara bırakabilmektir.



Yazma ritüelinizden bahseder misiniz? Yazmaya başlamadan önce küçük takıntılarınızı yerine getirir misiniz? Hangi ortamda, ne tür materyallerle, nasıl bir coğrafyada yazmayı tercih ediyorsunuz?



DS: Yazacağım konuyu kendim belirlemem; konu beni zorlar ve yönlendirir. Aylarca zihnimi meşgul eden bir konu, “Hadi daha ne duruyorsun beni yazsana,” der gibi beni zorlamaya başlar. Üzerinde o denli çok düşünmüşüm ki girişi, gelişmesi, sonucu her yönüyle kafamda hazır hale gelir. Yazmaya başlarken bir plan yapmam, ben sadece yazacağım konuya odaklanırım ve yazmaya başlarım. Nereye, hangi yöne akacağını bilemem, yolunu kendisi bulur. Halide Edip Adıvar, “Ben romanlarımı yazarken kişileri ve kahramanları belli bir yere kadar yönlendiririm ama o noktadan sonra onlar beni dinlemez, her biri kendi bildiğini yapar,” diyor; aynısına katılıyorum. Yazacağım konu zihnimde olgunlaştı mı, hazır mı, beni zorluyor mu;  yazmak için ben hazır mıyım? Buna bakıp karar veririm. Bir yolcunun varacağı yere bir an önce varmak istemesi gibi ben de işimin bir an önce bitmesi için acele ederim; bu doğru değil…  Bu ivecenlik, o eserin sevincini, mutluluğunu bir an önce yaşamak içindir.



Gençlerin sosyal medyada aşırı vakit geçirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şeyin başı beğenilme, fark edilme, bireysel hayatının daha çok kişi tarafından bilinmesi mi sizce? Bunun getireceği muhtemel sorunlar nelerdir?



DS: Teknolojinin hızla geliştiği, yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Bunun nimetlerinden yararlanmak elbette herkesin ve en çok da gençlerin hakkıdır. “Bilgisayarda her şey var,” diyorlar, doğrudur ama belirleyici olan aranan şeydir. Kişi neye gereksinim duyarsa onu arar. Bu da kişinin aldığı eğitime ve kültür düzeyine bağlıdır. Gençlerin bitmez tükenmez zannettiği zaman hızla akıp geçmekte.



Ozan Âşık Veysel’e ömrünün son deminde, “Seni Amerika’ya götürüp gözlerini açtıracağız,” dediklerinde şiddetle karşı çıkmış, “Benim kurulu bir dünyam var, gözlerim açılırsa bu dünyam yıkılır; yeni bir dünya kurmaya da vaktim kalmadı,” demişti. “Zaman” kavramını, zamanın sonsuz olamadığını gençlere öğretmek, kavratmak gerekir.   



Bir Edebiyat Öğretmeni olarak editörlerin elinden geçmesine rağmen kitaplarda birçok yazım ve noktalama hatası olmasını neye bağlıyorsunuz?



DS: Türkçemizde o denli çok yazım kuralı var ki bunların hepsini bilmek, uygulamak olanaksız gibi… Düşünün, virgülün kullanılacağı yerler konusunda 11 kural, noktanın kullanılacağı yerler konusunda 16 kural var. Öteki noktalama işaretlerine ilişkin kurallar da bundan az değil. Ayrıca, cümle kuruluşu ve dilbilgisi kuralları saymakla bitmez. Bütün bunları öğrenmek özel çaba gerektirir; öğrenilse bile hepsini akılda tutmak olası değil. Bu, Türkçemizin önemli bir sorunudur. Bu kuralların bu denli çok ve karmaşık olması yazarın da editörlerin de işini zorlaştırıyor. Ayrıca okullarda da öğrenciler bu yüzden çok zorluk yaşıyorlar. Türkçe dersi adeta Cebir dersi gibi zor gösteriliyor, buda dilin gelişmesini, zenginleşmesini engelliyor. Sözde adına “editör, editörlük” denilen bir kavram olsa da gerçekte editör yetiştiren bir eğitim kurumu, editörlük denilen bir meslek yoktur.



Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz. Fantastik ve bilim kurgu kitaplarının gençler arasında bu kadar çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?



DS: Nüfusa oranlarsak yazarlığa özenen ve yazan genç yazarımız azdır. Onların da çoğu kitap okumuyor. Oysa okumak yazmanın ön koşuludur. Bilim kurguya, fantastik konulara yönelmeleri, teknolojik gelişmenin, toplumsal değişimin kaçınılmaz sonucu olsa gerek.



Bir gün fiziki kitapların ortadan kalkacağına, e-kitapların okunacağına inanıyor musunuz?



DS: Böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyorum. “Söz uçar yazı kalır” özdeyişi de bunu vurguluyor zaten. E-kitap kalıcı değil geçici bir uygulamadır.



Yeni nesil yazarlara verebileceğiniz öğütler ve tavsiyeler nelerdir?



DS: Klasik bir yanıt olacak ama, yazmaya başlamadan önce okumaya başlasınlar. Gerek ülkemizde gerekse dünya yazınında çok önemli yazarlar var; onları okusun, onları tanısınlar önce. Bir de acele etmesinler derim.



Yazmak isteyen, ancak nereden başlayacağını bilmeyenler için tavsiyelerinizi sıralayabilir misiniz?



DS: Yazsınlar ama yazdıklarını önce başkalarıyla paylaşsınlar. Usta yazarların görüş ve eleştirilerini önemsesinler, eleştiriye açık olsunlar. İnsan kendi kusurunu görmez ama başkası görür. Köy Enstitülü yazarlarımızdan Osman Bolulu, “Kendi yazınızı ne kadar okursanız okuyun yanlışınızı göremezsiniz; çünkü sözcükleri görmek istediğiniz gibi görür, cümleleri olması gerektiği gibi okur geçersiniz,” demişti. Gerçekte de öyle oluyor. Eleştiriye açık olmak, eleştirileri önemsemek, başkalarının da görüş ve düşüncelerini almak yararlı olacaktır.



Teşekkür ederim.



Editör: TE Bilisim