Kimi zaman bana şair diye hitap ediyorlar. Kimsenin bir kastının veya kötü niyetinin olmadığını bilmeme rağmen, ben - sanırım hak etmediğimi düş

Kimi zaman bana şair diye hitap ediyorlar. Kimsenin bir kastının veya kötü niyetinin olmadığını bilmeme rağmen, ben - sanırım hak etmediğimi düşündüğüm için - biraz bozuluyorum buna.

Çünkü ben şair değilim. Şairlik ayrı bir mecra ve bir derya… Ben düz yazı yazıyorum. Tabi ki çok kitap ile haşir neşir oldum. Ama yazıyı, çok okuduğum için öğrenmedim.

Yazmayı; ısrarla ve inatla yazarak, daha güzel olması için geceler boyunca mücadele ederek, sayfalar dolusu saçmalayarak hayatıma tatbik etmeye çalıştım.

Ne kadar başarılı olduğum tartışılır. Ama elimden gelenin en iyisini yapmak için mücadele ediyorum.

Sonra, kahramanlar yaratmaya çalışıyorum. Ortaya çıkardığım, ete kemiği büründürdüğüm kahramanlarımın - her yazar gibi - bir yerlerde yaşadıklarına, kendilerine göre kaderlerinin olduğuna inanıyorum.

Onların evlerini biliyorum örneğin… Bazı anlar oluyor, içim içime sığmıyor, yanımdaki kişiye “Bak şurada Kasaba romanımın kahramanı Nihan oturmuştu, çatı katında, kirada… Bu evi kat karşılığı verdiler sonra. Şimdi Nihan’ın evinin yerinde büyük ve çirkin bir apartman duruyor,” diyorum.

Ardından hüzünlenip gidiyorum.

Anlayacağın yaşıyorum kahramanlarımla birlikte. Belki biraz hayal âleminde… Çocukluğumda bana ‘hayalperest, aklı bir karış havada, bastığı yeri görmüyor’ dedikleri için hiç kızmadım kimseye.

Hikâyeler kuruyorum işte, geçmişten, gelecekten, şimdiki zamandan…

Charles John Huffam Dickens gibi bakıyorsun yazdıklarıma kahkahalarla gülüyorum, bakıyorsun bir kahramanım ölünce gözlerim buğulanıyor, bir parçası kopmuş gibi ağlamaya başlıyorum ulu orta.

Örneğin Zebercet’e şiddetli bir öfkeyle karışık üzülüyorum, kendisiyle birlikte başkalarını da yakmasına diş biliyorum.

Ortalıkçı Kadın’ın karayazısına isyan ediyorum. Görevini layıkıyla yapmaya çalışan ve uykuyu çok seven, uzak köylerden gelmiş insana şefkat duyuyorum.

Peki ‘dili ağzı söylemez’ otelin içinde kendi halinde yaşayıp giden, insanlara sürtünüp onlardan merhamet bekleyen kedi ne olacak… Onun sonu daha çok kanatır içimi belki de…

Yer yer Turgut Özben ile Selim Işık arasındaki dostluğa, kardeşliğe imrenirim ve Turgut’un, Selim arkasından yaktığı ağıtın dağları aştığına, kendini de içine kattığına, bu yüzden romanın kerpiç kalıbı gibi olduğuna kanaat getiririm.

Ya da 734 sayfalık eserde Süleyman Kargı isimli karakter daha çok dikkatimi çeker belki de… Keşke Süleyman Kargı daha ayrıntılı anlatılsaydı diye hayıflanırım, bunun nedeni niçini konusunda fikir yürütürüm kendi kendime. Saptamalar yapmaya çalışırım kör topal…

Bazan Tutunamayanların melankolik, şuur altına hitap eden, bilinç akışı tekniğinin fazlasıyla kullanıldığı ve kendine göre perspektifli havasına kaptırırım kendimi, bazan da Anayurt Oteli’nin gizemli ve paranoid atmosferinde heyecan içinde ne yapacağımı bilemem.

Selim Işık’ın dramatik, tutunamamış, ait olamamış hayatına ve tıpkı kitabın yazarı gibi canına kıymasına çok acırım ve Zebercet’in de hayatı ıskalamasına, toplumdan soyutlanmasına, onun da giderek kötü sona yaklaşmasına hayır derim.

Bakarsın bir kış günü hüzün, melankoli ve çeşitli karaltılar İstanbul sokaklarını esir almışken, büyük atkestanesi ağaçları yalnızlaşıp kelleşmişken, kar yığınları çamurla birlikte yol kenarlarında birikmişken, Kara Kitap’ın uzun boylu, biraz kambur kahramanı Galip ile birlikte olurum.

Galip’in kayıp karısını aramaya başlarım da delice bir kaybetme korkusu içinde karınlarıma, kasıklarıma onulmaz ağrılar girer. Ve Celal Salik’in yazılarını takip edip şifreleri çözmeye çalışırım.

Ne bileyim Emma Bovary’ye borç vermeyen, kadın yana yakıla para bulmaya çalışırken, sıcak ocağının başında sünepe bir şekilde oturup kalan Rodolphe’ya çok kin beslerim sonra.

“Sen adam mısın?” derim içimden. Ama kendim de bu şekilde, bir yazarlık yolunda/iddiasında olduğum için Gustave Flaubert’in neyi neden yaptığını anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırım.

İşte böyle… Ben şair değilim. Şairlik ayrı bir mecra ve bir derya… Keşke şair olabilseydim, derinlikli, ikinci/alt anlamlı, metaforlu, alegorik ve turunç kokan şiirler yazabilseydim…

Lakin ben düz yazı (roman, hikâye ve deneme) kaleme alıyorum. Çok okuduğum, kendime içinde kitapların olduğu ayrı bir dünya kurduğum için girmedim bu yola.

Yazmayı; ısrarla ve inatla yazarak, daha güzel olması için geceler boyunca mücadele ederek, yeri geldiğinde sayfalar dolusu saçmalayarak, kimileyin bir şeylerin kafasını gözünü yararak öğrendim.

Ne kadar başarılı olduğum tartışılır. Ama elimden gelenin en iyisini yapmak için mücadele ve gayret ediyorum. Ben şair değilim. Yazarım…