Hani her ölüm biraz erkendir ama benimkine ölüm bile denemez zira hiç doğmamış gibi yaşıyor taklidi yapan ben, ölmedim -ölmek için yaşamak gerek

Hani her ölüm biraz erkendir ama benimkine ölüm bile denemez zira hiç doğmamış gibi yaşıyor taklidi yapan ben, ölmedim -ölmek için yaşamak gerekir!- yok oldum resmen. Hatta değersiz bir eşya yahut vahşi bir hayvan gibi kaybolup gittim ansızın. Yalnız yitip giden her şey ardında bir iz bırakır, benden de anlatıcısı bir başkası olan bu hikâye kaldı. Üzüleceksiniz, ağlayacaksınız, kahrolacaksınız, benim gibi ölmek isteyeceksiniz vs. Hayır, hayır! Bu saydıklarımın hiçbiri olmayacak çünkü beni siz öldürdünüz. Maalesef hakikat bu! Ben hikayemi benim gibileri hatırlayasınız diye anlatıyorum yoksa acıyıp sahte bir vah vah, diyesiniz diye değil.

Şimdilik sonsuz bir karanlıkta olsam da bir iki hususu aydınlatayım yine de: Birincisi: Beyaz İshak gibi hikayelere karşı bir zaafım olsa da hikayemi nakleden yazarı kesinlikle tanımıyorum. İkincisi: Öldüğümde kim olduğum belli değildi çünkü üzerimde bir kimlik yoktu. Gerçi olsaydı da fark etmezdi. Zira hiç yokmuş gibi yaşadığım için gene hiç yokmuş gibi öldüm. Yine de kimlik benim için de hep bir mesele olmuştur. Sonra unuttukça kimliksizliğe de alıştım ve anladım ki cebimde taşıdığım kimliğin bir önemi yoktu pek; yani ‘’Bir kimliğinin olması kim olduğunu bilmen için yeterli değildir asla.’’ Zaten bu ölünüz de kim olduğunu bilmeden yaşadı, affedersiniz yaşıyor gibi yaptı.

Üzüldünüz mü? Niye? Sakın bir gün aynı olmasa da benzer bir sonun sizi de bulmasından korktuğunuz için olmasın! Başka ne diye dertlenesiniz ki? Bakın, ölüler yalan söylemezler. O tarihi çeşmenin kim bilir kaç ayak değmiş mermerine kıvrılmadan evvel son kez dünyaya şöyle bir bakmış, perdeleri sımsıkı çekili sıcak evleri, huzurlu yuvaları, fazla değil, bir tas -illa ki sıcak- çorbayla sesini kesmiş mideleri ve Allah’ım, o yumuşak yatakları, bir eşi, çoluk çocuğu hayal etmiştim elbette.

Sözü uzattığımın farkındayım. Hem ölülerin bu kadar konuştuğu yani konuştuğu görülmüş iş midir? Hadi, çenemi sonsuza dek kapatmadan evvel bu soruya da cevap vereyim: Yaşarken konuştum, bağırırcasına konuştum hem de ama bir gören, işiten çıkmadı. Hatta köpekler gibi uludum da insan kardeşlerim derdimi sormak yerine kaçacak delik aradılar. Sonra umudu kestim, sustukça sustum ve içimde öldükten sonra dışıma taşıp bir kere daha öldüm.

Samimi söylüyorum, üzülmeyin hiç, kedere batıp çıkmayın kimliği meçhul bir âdem daha doğrusu adem için. Benim gibilerle dolu şu dünya gerçek, yalan değil ve ben gerçek dünyada Şehr-i İstanbul’daydım, unutulmuştum; hava soğuktu, sonra daha da soğudu, kar yağıyordu ve ben Tophane Çeşmesi’nin mermer zeminine karanlık gökyüzüne bakıp uzandım ve soğuktan gözyaşlarım bile akmazken bir köpek gibi içime bağıra bağıra öldüm. Son olarak böyle densizce ölüp bir haber bülteninde huzurunuzu kaçırdığım için affedin beni iyi kalpli kardeşlerim.

Bir hikaye anlatmak, daha doğrusu gerçek bir olayı nakletmek zor olabiliyor hakikaten. Bu cümleleri 27 Ocak akşamı bir ana haber bülteninde şahit olduğum kısa bir haberden sonra yazıyorum. İstanbul Beyoğlu’nda tarihi Tophane Çeşmesi’nde kimliksiz ve kimsesiz biri donarak ölmüştü. Haber bu kadardı. Dışarıdan bir seyirci gibi izledik, belki üzüldük ve elbette unutup öbür habere geçtik. Ama bu ölüm, benzerlerinden farklıydı ve yazılması icap ediyordu ki ben de yazdım.

Yaşadığımız çağla övünüyoruz değil mi? Atom çağını da geçtik, maddenin ötesine, uzayın derinliklerine gidiyoruz artık ve başka dünyaların hayalini kuruyoruz. Çoğumuz varlık içindeyiz. Sıcak evlerimizde, Derebeylerin şatolarından farksız binalarda lüküs hayatın tadını çıkarıyor, rahatlıktan ne yapacağımızı bilemiyoruz; yediğimiz önümüzde, yemediğimiz buzdolabında, derin dondurucuda, istiflemişiz ne var ne yoksa…
Neyse, yazıyı bir şiirle bitirelim.

Yahya Kemal’in ‘’Rindlerin Ölümü’’ adlı harika bir şiiri vardır ve ikinci bölümü şöyledir:
…Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter
Bu dörtlüğe bir nazire yazmamak olmazdı:
Ölüm cehennemi buz ülkesidir bir kimsesize
Cesedi ki, mermerin kucağına kaskatı düşer
Ve kimsesizler mezarlığındaki o kabrinde
Her dem bir acı yel eser, her gece bir baykuş öter…


Haftanın kitabı: Karla alakalı olup karlı bir haftada geçtiği için Ali Hanbay’dan ‘’Şanssızlıklar Komedyası Ara’’ Üşümemeniz dileklerimle kıymetli okurlarım…