Yüce halkımız bizi dövdü. Hem de öyle böyle değil… Evire çevire, eşşek sudan gelene kadar dövdü. Gerçi hepsi bir yanlış anlamaydı ama sonuçt

Yüce halkımız bizi dövdü. Hem de öyle böyle değil… Evire çevire, eşşek sudan gelene kadar dövdü. Gerçi hepsi bir yanlış anlamaydı ama sonuçta aziz milletimiz, uğruna canımızı bile çekinmeden feda edeceğimiz halkımız bizi dövmüş oldu. Mütemadiyen, aralıksız, ertelemeden ve çatır çatır…
Nasıl da meraklandınız değil mi? Eminim “Niye acaba? Allah bilir ne halt işlemişlrdi? Ne ettiler ki? ” diye merak ediyorsunuzdur. “Acaba kim, ne kadar dövdü? Kimin gangi uzvu ne hale geldi ” diye kavganın ayrıntılarını bile merak edenleriniz vardır eminim. Nereden mi biliyorum? Çünkü mensubu olduğum ve iftihar ettiğim milletimi n mensubuyum ve "bizi"çok iyi tanıyorum ondan.
Bu millete sen yeter ki kavga ve kepçe makinesi de kardeşim! Kendilerine hemen şöyle olaya hakim, muhkem bir yer seçip, varsa çekirdeklerini çitleyip, sanki tiyatro izler gibi izlemek isteyenler acaba kimler? Yalan mı? Bundan zevk duymayız mı? O yüzden kimse bana bu konunun ilgisini çekmediğini söylemesin. Çünkü baştan söyleyeyim inanmam. Anlaştıysak daha da uzatmayıp meselemize dönüuorum.
Bahsi geçen uğursuz hadise öncelikle yeni değil, nerdeyse otuz yıl önce olmuştu. O zamanlar bizler yani olayın kahramanları daha yaşları yirmisine yeni girmiş üç gençtik. Güzide milletimizin geleceğini temsil eden üç taze fidanıydık. İsimlerimiz çok önemli değil ama yine de söyleyeyim: Hüseyin, Ahmet ve Süleyman. Üniversitedeydik. Tarih okuyorduk. Öyle okuyoruduk dediysem sırf okumuş olmak için değil ha baya okuyorduk. Burayı özellikle vurgulamam lazım. Çünkü biz öylesine değil yüksek tahsilin alasını yapıyorduk. Tabiii! Sindire sindire, hazmede hazmede yani… Hani derler ya “okul için değil hayat için öğrenin” işte biz aynen böyle yapıyor, hayat için öğreniyorduk.
Hepimiz aynı sınıftaydık. Alanımız tarih olduğundan mıdır bilmem, ülkemizin geleceği ilgimizi çekiyordu. Biraraya gelince görmeliydiniz bizi. Üç taze genç geçmişten günümüze köprüler kuruyor, yetmiyor hatta geniş otobanlar döşüyorduk. Ne de güzel dersler çıkarıyorduk tarihten! “Aha bunun için abi! İşte böyle olmalı gardaşım! Fi tarihinde işte şöyle olmuştu arkadaşım!” diyorduk birbirimize. Ve gelsin sonra canına yandığımın örnekleri, çıkarımlari, reçeteleri... Kah bir at sırtında rüzgarda saçlarımızı dalgalandıra dalgalandıra düşmanı kovalıyor, kah da bir tankın üzerinde gözlerimizi kısa kısa orduları nereye götüreceğimizi düşünüyorduk. Kendimizi halkın arasında bazen soğan ekmek bazen de aristokratlarla havyar yerken buluyorduk. Ama asla ve asla ulvi hedeflerimizden ayrı düşmüyorduk.
Sonrasını söylemem gerek yok herhalde? Asırlardır devreden problemler,lütfen yaşlarımızı hatırlayın, sayemizde bir çırpıda çözülüveriyordu. Coğrafyalar değişiyor, yeni, güzel ve tam da istediğimiz gibi sınırlar çiziliyordu. Ne de kolay çiziyorduk be! Allah var, sonunda, daima ve katiyen muzaffer olan biz oluyorduk! Gece yatağa girdiğimizde milletimizi düştüğü yerden almış, layık olduğu arşa yükseltmiş oluyorduk. En garibi de bu kadar zor işleri kimsenin haberi olmadan yapıyorduk!
“Düşünmek için koşmayı bırakıp durmak gereklidir" dediklerini duymuş muydunuz? Bizim de yukarda bahsettiğim bu hareketli, yorucu ve zor faaliyetler için durup düşünmeye ihtiyacımız vardı elbet. Kahramanlık da bir yere kadar değil mi? Peki biz bu durma ve düşünme işini nerde yapıyorduk? Zirvede. Zirve neresi mi? Zirveyi size biraz anlatsam iyi olacak galiba…
Karargâh gibi kullandığımız ki aramızda biz böyle adlandırırdık, insanları tahlil edebildiğimiz ve tabii ki tarihi değiştirecek planlar yapacağımız bir kıraathanenin adıydı Zirve.
Gerçek adı Özkardeşler kahvehanesiydi ama biz böyle adlandırmayı uygun görmüştük. Diğer dava arkadaşlarımla sık sık bu işte bu kutsal mekânda buluşuyorduk. Laf aramızda cebimizdeki azıcık baba parası ile muhteşem Karadeniz simidi ve çayla ancak burada karnımızı doyurabildiğimizden başka bir yere de gidemiyorduk. Olsun,bunun bizim için burasın kutsal bir mekân olmasını engelleyecek yanı yoktu yine de...
Şimdi aklınıza şöyle bir soru takılmış olabilir. “Bu kadar büyük oynuyorsunuz ama cebimizde doğru dürüst harçlığımız yok. Hadi gidin ergen oyunlarınızı biraz uzakta oynayın bakayım” Cevabım hazır. "Fakat efendiler buna şaşırmamak gerekir. Zira insanlık tarihini değiştiren muazzam hareketler zorluklarla; uzun ve zor yollar bir küçük adımla başlamamış mıdır? "
Gençlik yıllarında her şey kolaydır. Bunu bir kere daha o anları anlatmaya yaklaşmışken hatırlatma gereği duyuyorum. Çok dağıttım değil mi? Gelelim o güne. O gün biz yine karşılıklı oturacak, yaşımıza, cebimizdeki paraya ve minnacık dünya ufkumuza bakmadan, önce ülkemizi, sonra Türk dünyasını ve en sonunda da İslam âlemini emperyalistlerden, batı uşaklarından, makus talihinden bir kere daha kurtaracaktık. Keyfimiz ve çayımızda sıkıntı çıkmazsa bir ara dünyayı bile kurtarabilirdik. Bütün bunları ne kadar zaman içerisinde yapacaktık? Mümkünse hemen oracıkta… Uğruna hayatımızı berbat ettiğimiz aziz milletin ödül olarak bizlere dayağı layık gördüğü o günde işte aynen bu duygularla üç arkadaş Zirveye doğru yola çıkmıştık…
Her zamanki gibi yine önce ben gelmiştim. İçeri girdim. Şöyle kahveyi iyi gören bir masayı seçip sırtımı duvara verdim. Kahveci bizi tanıyordu. Nereden biliyorum? Çünkü ne zaman bizi görse yüzünde garip ve manalı,kabul ediyorum alaycı bir gülümseme beliriyordu. Herneyse! Vakaya dakikalar kala çayım kahvecinin o meşhur gülümsemesiyle geldi. Zirve her zamanki gibi kalabalıktı. Bir tanesi hariç bütün masalarda oyun oynanıyordu.
Siz kıymetli okuyucudan bu kısma özellikle dikkat etmenizi isteyeceğim. Zira yazının devamında sık karşınıza çıkacak birinden ilk defa burada bahsedeceğim. Bahsedeceğim kişi benim gibi bir masada yalnız oturuyordu. İnşaat işçisi olduğu anlaşılıyordu. Dürüm yaptığı peynir ekmeğini çayla yiyordu. Belki saf, ürkek, acınası tavrı, belki de aşırı dikkat çekici fakirliği, garibanlığı… Hangisi bilemiyorum ama görüntü oldukça beni etkilemişti.
Kahvenin bir köşesinde yediği peynir ekmekle işte halkım karşımda oturuyordu. Benim için öyle etkili bir manzaraydı ki! Hakiki bir ressamın ömrü boyunca arayıp da bulamayacağı sahne tam karşımda capcanlı duruyordu. Önemine binaen bu manzarayı tekrar ediyorum. Elinde peynir dürümüyle karşımda çayını içen gariban, zavallı ve çelimsiz o adam büyük mazinin bir ferdi aynı zamanda protipi olan zavallı halkımın ta kendisiydi.
Ona baktıkça iki bin yıllık tarih gözümün önünde canlanıyordu. Var olma kavgası, insanı kanını donduran savaşlar, büyük ihanetler… Sonra ilmek ilmek örülen medeniyet halkası… O sedler yıkan, kıtalar aşan, Haçlıya karşı koyan ve yurt arayan insanımızın son mümessili işte karşımdaydı. Üstelik elleri çatlamış, yoksul, sağlıksız ve bitkin. Ah benim zavallı halkım! Gözlerim dolmuştu. Dokunsalar kesin ağlardım. Öyle bir duygu yoğunluğu yaşıyordum ki o an “Yürü koççum gidiyoruz” denilse, nereye diye sormaz, herhangi bir kavgaya atılabilir, bu uğurda hayatımı bile noktalayabilirdim.
Lafı uzattıysam hemen konuya döneyim. Ben bu ruhi çalkantıların içinde sürüklenirken koca bir tarihin aziz ferdi halkım, yani o peynir dürümünün peşinden çayı ağzını şapırdatarak içen işçi, kendisine bakıldığını fark etmişti. Bana doğrulttuğu gözlerinden anladığım kadarıyla kendisine dikkat kesilmiş olmamın sebebini çözmeye çalışıyordu.
Bu arada selam vererek dosdum Hüseyin geldi. Ben ilhamını yakalamış da kaybetmekten korkan şairler gibi “Dostuuuum!” dedim. “Bir bakar mısın şu adama. Orta Asya steplerinde kahpece Çin baskını yemiş binlerce yıl evvelki zavallı soydaşımızdan ne farkı var? Anadolu’yu yurt edinmek isteyen bir dervişten, Alperenden ya da ne bileyim Kurtuluş savaşında son parasını orduya vermek isteyen fakir Anadolu köylüsünden…”
Hüseyin hiçbir şey anlamış,afadersiniz ama biraz şeyler gibi bana baktı. Karadeniz’den yanında getirdiği şivesiyle “Ne diysuun da!” Dedi. Hemen meseleyi anlattım. Anlatınca o da vakıf oldu: Değerli bir maden bulmuş hazine avcısı edasıyla sordu: “Hangisudur o?” Parmağımla adamı işaret ettim. Görmeyince ayağa kalkıp bu sefer Atatürk’ün ordulara Akdeniz’i gösteren heykeli misali kolumla adamı gösterdim. “Ha o miuduuur?”dedi. Muhteşem bir tabloyu çözmeye çalışan sanatseverler gibi miyop gözleriyle bir ileri bir geri yaylanarak uzun uzun seyretti. En sonunda “ Doğru söylüysiin aynen katilayrum uşağum” dedi.
Yanı başımızdaki adamı el kol işaretleriyle gösterince adam haliyle bizden iyice işkillendi tabi. Dürümü çayı bırakmış öylece bize bakmaya başladı. Belli ki hiçbir şey anlamıyordu. Bizim onu göstererek konuşmamızın sebebini çözmeye çalışıyordu. Derken birbirine bitişik kaşları oynamaya, sağına soluna rahatsız olmuşçasına, dönmeye daha sonra da bize dik dik bakmaya başladı.
Hüseyin çay söyleyip getirdiği simitleri bıraktıktan sonra ümmetin haliyle, dağınıklığıyla, eğitimsizliğiyle ve lidersiz olması ile ilgili bir şeyler söyledi. Vatandaşların temiz umutlarını kendi ikbali adına basamak yapan sahte, dolayısıyla hakiki bir liderden mahrum kalmamızı örneklerle açıkladı. Ve tüm bunları yan masadaki bahsettiğimiz o aziz vatandaşımıza baka baka anlattı. Yetmedi ezberlediği bir iki şiiri son üç yüz yıldır olmaz dertlere can çekişen ümmeti temsilen yine o canım halkımı temsil eden kahvedeki adama bakarak okudu.
Şiir bittiğinde o kadar kıvama gelmiş bir haldeydik ki şahsen ben adamın da bu ilgiden memnun kalacağını bekliyordum. Oysa tam tersi olmuştu. Sevineceği yerde kaşları iyice çatılmış gördüm. Duymamış olabilir diye düşündüm. Belki de duymuş ve o da edebiyatın tesirine yakalanmış da olabilir o yüzden böyle tavırlar sergiliyor diye düşündüm. Bu ihtimal aklıma gelince birden tekrar coştum. “Çileli davanın yorgun işçisi heyy! Tespih taneleri gibiyiz, imamesi olmayan ve her tarafa dağılmış tespih taneleri” dedim. Evet şimdi olmuştu.
Ahmet de gelip yanımıza oturduğunda adam diğer masadaki bazı kişilere çoktan bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Ahmet içimizde en akıllımızdı bu arada. En tecrübeli ve en mantıklı konuşanımızdı. Mesela hesabı hep o ödemek ister ama bir şeyler olur hiç de ödediğini görmezdim. Acayip dikkat ve sakinlikle dinler ağır ağır tane tane konuşurdu.
Tespitimizi kısaca ona da anlattık. Derin derin baktı. “Hangileri?” dedi . Hangileri diye çoğul eki kullanmıştı çünkü masa epey kalabalıklaşmıştı. Üstelik artık onlar da bize bakıp kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Onların da elleri kolları bizi işaret ediyordu. Yoksa bilmeden o büyük mefkûre yangınını mı başlatmıştık. Belki de davamızın ilk havarileriydi bu bir avuç insan.
“Doğru söylüyorsunuz” diye bizi tastikledi Ahmet. “Tipik ezilmiş, bir o kadar da vefakâr Anadolu insanı. Evet arkadaşlar insanımızı düştüğü bu dipsiz kuyudan kurtarmamız gerek. Zavallıların daha iyi şartlarda yaşama ve daha müreffeh bir hayat hakları değil mi? Bu nasıl olacak? Eğitimle olacak tabi! Bize düşen onları eğitmek! Yılmadan, yorulmadan ve hiçbir beklentiye girmeden çalışmak! İnsan yetiştirmeliyiz. Küheylanlar gibi bu uğurda koşmalı ve ancak çatladığımızda durmalıyız.” Daha neler neler söyledi Ahmet!
İşte yeni bir aksiyon dalgası yakalamış konuşuyorduk. Nasılda heyecanlanmıştık bilemezsiniz. Sanki biraz sonra bizi bağlayan o görünmez iplerden kurtulacak adama ve gittikçe etrafında kalabalıklaşan arkadaşlarına yıllardır yolunu beklediğimiz sevgili misali sarılacaktık. Evet o an üçümüz de neredeyse göz yaşları içinde ve sınırsız sevgiyle o adamlara yani kurtarmak istediğimiz, kendileri için canımızı bile vermekte çekinmeyeceğimiz halkımıza bakıyor aynen bunları hissediyor, bunları konuşuyorduk.
Bu rüyadan ilk önce Ahmet uyandı. “Aziz milletimize bir şeyler mi oluyor arkadaşlar?” diye gong sesi etkisinde bir soru sordu. Bir şeylerin ters gittiğini işte ancak o sorudan sonra kavrayabildik.
Bu arada o adam ve çevresindeki dokuz-on kişilik aziz milletimiz bize doğru, sakin fakat ne yapacağını bilen, kararlı adımlarla gelmeye başladılar. Sonra da tam karşımızda durdular. Ahmet cılız bir sesle “Buyurun ne oldu ağabeyler diyebildi.” Bütün halis duygularımızın, düşüncelerimizin odağı olan, peynir dürümü yiyen adam kendisinden beklemediğimiz sinirli ve hiç de dostça olmayan bir ses tonuyla “Onu size sormalı lan lavuklar” dedi. Sonra da diğerlerine dönüp başlama işretini verir gibi: “Aha bu eşş…………… saatlerdir bana bakıp acaip acaip konuşuyor, garip garip hareketler yapıyorlar” dedi. Size şimdi burada söyleyemeyeceğim ayıp bir iki kelimeden sonra çevremizin iyice sarıldığını fark ettim. Sonra da ellerinde o kısa süre içerisinde nereden bulup getirdiklerini bu gün bile çözemediğim sopaları gördüm.
Sonrasını tahmin etmeniz güç olmaz değil mi? “Vurun ………..e! Demek bizim mekanda bizim arkadaşımıza yamuk ha!” gibi cümlelerden sonra yumruklar uçuşmaya başladı. Sopalar her taraftan geliyordu. Yumruklardan ve tekmelerden fırsat bulabildiğimiz biri iki küçük anda “Amma ağabeyler yanlış anladınız bizi” gibi bir-iki şey gevelemeye çalıştık ama artık çok geçti. İyi tarafından bakarsak halkımızla ilk defa bu kadar yakın ilişki kuruyorduk. Biraz sert ve acılı oluyordu ama sonuçta birbirimizi tanıyorduk.
Yarım saat kadar sonra tanışma faslı bitmiş, nasibimizi yemiş ve oldukça rahatlamış halde kendimizi dışında, çiseleyen Karadeniz yağmurunun altında yerde yatarken bulduk. Bizi tanıyan kahveci olmasa belki de bu dayak fasllı sabaha kadar sürebilirdi.
Biz onlar için, aziz halkımız için yorulmaya, kavgaya ve ölmeye hazırken bizzat onlar tarafından nerdeyse öldüresiye dövülmüştük. Bir meydan savaşı sonrası yerde yaralı yatan askerler misali öylece duruyor, her tarafımızdan gelen ağrı ve sızılar içinde anlamaya çalışıyorduk. Üç vatansever olarak aziz milletimiz tarafından dövüldüğümüzü biliyor, fakat anlamaya çalışıyorduk? Peki neden?
Ne oldu? Ne oldu da millet bizi bu hale getirdi? Evet, o varlığı uğruna varlığımızı feda edeceğimiz halkımız bizi evire çevire, yüksünmeden, Dyerinmeden, eşşek sudan gelinceye kadar bi güzel dövmüştü. dövmüştü ama tamam da niye dövmüştü?