“Garibanlara kol kanat gerelim ey ahali! Küçük ayrıntıların farkına varalım kıymetli okuyucu! Bir fenalık olmadan tedbirimizi alalım aziz kardeşle

“Garibanlara kol kanat gerelim ey ahali! Küçük ayrıntıların farkına varalım kıymetli okuyucu! Bir fenalık olmadan tedbirimizi alalım aziz kardeşlerim.” Eveet! Bunu da halledip dersimizi huşu içinde aldıysak esas meselemize yani Kilis’te yaşanmış bir vakayı anlatmaya geçebiliriz.
Bu yazımızdaki kahramanımız bir şehed. Kilisli olanlar için açıklama gerekmez ama dışarıdaki okuyucularımıza şehedin çırak manasına geldiğini söylememiz lazım. İşte bahsi geçen kişi hafif saf ama oldukça sempatik biraz da hali ve konuşmasıyla komik bir fırıncı şehedi.
Hatırlıyorum, Cumhuriyet caddesine yakın bir ekmek fırının maskotuydu o yıllar. Müşterilerin takılmadan geçemezdi. Caddede bir o yana bir bu yana koşarken esnafında esprilerine muhatap olmadan duramazdı. Hoş kendisi de, verdiği argo cevaplar hatta hafif küfürlerle bu esprilerden rahatsız olmak bir yana adeta teşvik ederdi.
-Fırıncııı ekmeğin sıcak mı?
- Sıcak yin miii? (Gülüşmeler)
-Nereye fırıncı gülü!
-Sizin eve gelin miii? (Gülüşmeler)
Fırıncı çırağı ile esnaf arasında gün boyu bu tarz atışmalar duyulurdu. Anlayacağınız alan memnun veren memnundu.
Adı neydi çocuğun. Kenan’dı zannedersem. Kenan’ın ailesi sizin de tahmin edeceğiniz gibi fakirdi. Gelirleri çırağın getirdiği üç-beş kuruş aylıktı sadece. Bereket versin gün boyu çalıştığından alacak pek bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Belki de aklına gelmiyordu. Fakat iki şey var ki onlar hariç: Bisiklet ve fırında nefis kokularla pişen Kilis tava.
Bisiklet neyse de şu Kilis tava yok mu işte o canını öyle bir acıtıyordu ki. El hak! Yemek için yaşanmaz, yaşamak için yenir. İnsan yemeği abartmamalı ama bahsettiğimiz mevzu da öyle hafif bir şey değildi ki azizim. Bu toprakların çocuklarının aklını başından olan, nice planları bozan, kafaları karıştıran Allah’ın muazzam nimetinden, Kilis tavadan konuşuyoruz burada. Küçük şehedin de başının belası her gün kaç defa hemen yanında kızaran, canının çektiği ama bir türlü yiyemediği işte bu tepsilerdi. Kaç defa hipnoz olmuşçasına dalmış gitmişti de ustasının azarıyla uyanmıştı...
Rabbim kimseyi ağır imtihanlarda bırakmasın kıymetli okuyucu. Kenan’ın imtihanını artık hepiniz biliyorsunuz. Allahın bu nimetine karşı şairin
“Künc-i mihnette rakîbâ bizi tênhâ sanma
Yâr ger sende yatursa elemi bende yatur“
demesi gibi son günlerde derdi iki katına çıkmıştı. Zira ustası bütün tepsileri evlere gönderme vazifesini ona vermişti. Hani aslan orman da görev dağıtımı yaparken tilkiyi kümeslerden sorumlu kılmış. Ne kadar maaş istiyorsun diye sorunca da Tilki “Vallaha ben gülmekten söyleyemiyorum artık siz ne kadar verirseniz verin” demiş ya aynen o hesap işte.
Fakat bizim tilkiye haksızlık etmeyelim. Her ne kadar nar gibi kızaran tepsilere içi gitse de emanet, günah kavramlarını biliyordu. Hiç birine el sürmemişti. Belki ailesinin eğitimiydi. Belki de ustanın korkusu. Bilemiyorum. Fakat sonuçta bir güç onu daima tutuyordu.
Biliyor bilmesine ama bahsettiğimiz çetin imtihanı da yaşamıyor değildi. Zavallı çocuğun bu mesele o kadar kafasını meşgul ediyordu ki birazdan anlatacağım o günlerde cadde esnafının laf atmalarını bile duymaz olmuştu. Kolay değil ki! Eğer eminsen sana emanet edilen güzele gözünü bile kaydırmayacaksın. Başkasının malına göz koymayacaksın. Kısaca eline, diline, beline hakim olacaksın. Olacaksın olacaksın amma Kilislilerin de dediği gibi bir gerçek vardı: “Nefis kafıır halva şirin!” Üstelik o bir çoçuk!
Lafı daha fazla uzatmadan o güne geçelim. Bizim çırak, güzel Züleyha’nın oyunlarına direnen Yusuf (AS) gibi tepsiyi almıştı. Tüm içgüdülerinin taaruzuna direne direne caddede götürüyordu. Oldukça açtı. Acaba bu günü de kazasız belasız atlatabilir miyim diye düşündü. Yemek ne kadar da güzeldi. Fakat o da ne? Kilis tava o göz süzmeleri, işveleri yetmezmiş gibi bu seferde nefis kokusuyla çocuğu günaha çağırmaya başlamıştı. Fakat şehed kararlı. Her şeye rağmen görevini yapmak istiyordu.
Nihayet adrese gelebildi. Eski bir bina. Günün bu sıcak saatlerinde epey sakinleşen küçük bir apartman. Çocuk bir an önce emaneti verip kurtulmak ister gibi zile bastı. Ses yok. Zalim dilber son oyunlarını oynamak istercesine yine Kenan’a sesleniyor. Kandırabildi mi? Hayır. Bir defa daha zile basıyor çırak. Yine ses yok. Tepsiye istemsiz gözü kayıyor. Çocuk, Kilis tavanın beni bırakma der gibi baktığına yemin edebilir. Allah’ın emri üçtür. Üçüncü defa zile gidiyor eli. Fakat yine gelen yok. Ne yapmalı? Geri mi götürse? Komşulara mı sorsa? Birazcık tatsa bir şey olur mu?
Çocuğun dayanacak gücü kalmıyor sonunda. Bu sefer galip gelen maalesef o zalim dilber oluyor. Oturuyor serin merdivene şehed. Çıkarıyor sıcak ekmeği. Bir lokma, sonra bir lokma daha… On beş dakika sonra tepsi temizlenmiş şekilde önünde durmakta. Çocuğun yüzünde mesut bir ifade…
Gerçeklerin eninde sonunda gün yüzüne çıkmak gibi bir huyu vardır derler. Bu sefer de öyle oluyor. Bir süre sonra tepsinin müşteriye ulaşmadığı anlaşılıyor. Tabi ustanın ilk soracağı kişi belli, bizim çırak.
Çocuk tüm gerçekleri bir bir anlatıyor. Fakat itiraflar maalesef cezayı engelleyemiyor. Usta kızgın. Çekiyor arka tarafa zavallıyı. Elinde geçirdiği bir pir (Zeytin dalı) çubuğuyla çocuğa al bunu da ye diye dakikalarca dövüyor.
Aynen böyle olmuş aziz okuyucu. Bu vakayı sağ olsun çay eşliğinde bana anlatan bir cadde esnafı dostum “Sonra gördüm o şehedi. E oğlum şu haline bir bak. Altı üstü bir yemek lan! Değdi mi bu kadar dayağa” diye sordum diyor. Çocuk cevabı hayli ilginç olmuş. Dudaklarını ve gözlerini büzmüş, el parmaklarını birleştirip sallamış ve “ Vallaha da değdi, billaha da değdi” demiş.
Suçlu kim? Ya da sadece fail mi cezalandırılmalı? Bir suçu esas işleyen failse de bu ortamı hazırlayanlar da suçlu değil midir? En azından işlenen suçta payı yok mudur? Sistem suça itiyorsa sadece bir kişiyi cezalandırmak ne kadar doğrudur? Dinimiz bile birçok günahın, yanlışın oluşmaması için öncü dediğimiz bazı yasaklar koymamış mıdır? Sizin de düşünürseniz çok kolay bulacağınız bu yasakların daha tohum halindeki günahı engellemesi amaçlamış olmaz mı? İş başındakilerin, mesullerin, büyüklerin esas vazifesi bu oluşabilecek boşlukları önlemek, bunun için çalışmak değil midir?
Şimdi diyeceksiniz ki ne oldu da birden yazar böyle celallenip sorulara bağladı… “Biz mi yedik ülen güzelim Kilis tavayı da bize soruyor?” derseniz haklısınız. O zaman soruların muhatabı kim? Sorularım şehedi tanımayan, onun eksiklerini, zaaflarını, ihtiyaçlarını görmeyen ustalara, yöneticilere, amirlere, öğretmenlere, babalara, annelere ve hatta bu yazının yazarına…