Bu zamanda sıdk / doğruluk ve kizb’in / yalanın araları ancak bir parmak kadardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat, her bir zamanın bir hükmü

Bu zamanda sıdk / doğruluk ve kizb’in / yalanın araları ancak bir parmak kadardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat, her bir zamanın bir hükmü vardır. Hiçbir zamanda Asr-ı Saâdet gibi sıdk / doğruluk ve kizb’in / yalanın; ortasındaki mesafa / ara açılmamıştır. Şöyle ki: Sıdk / doğruluk, kendi hakiki güzelliğini; haşmetli ve mükemmel bir şekilde izhar edip / gösterip  ortaya koyar. İşte Hz. Muhammed; sıdk / doğruluk denen böyle baha biçilmez bir gerçeğe sarılıp tutunmuştur.

Hz. Muhammed’in doğrulukla hem-hâl, yek-vücûd oluş keyfiyet ve durumu; O’nu çok mükemmel, çok yüksek bir şeref koltuğuna oturtup yüceltmiştir. Doğruluk timsali oluşu; Hz. Muhammed’e dünyada eşsiz, köklü ve büyük bir değişiklik yapmasının en birinci sebebini teşkil etmiştir. Böylece şark / doğudan garb’a / batıya kadar yalandan bu derece uzak olduğunu göstermiştir. Çünkü iki zıt aynı anda aynı yerde birarada bulunamaz. Biri varsa öteki yoktur. İnsan da aynı anda aynı yerde hem sâdık / doğru hem kâzip / yalancı olamaz. Ya sıdk hâlinde veya kizp hâlindedir. İkisinden birini aksettirir. İki hâli aynı zamanda gösteremez.

İşte Hz. Muhammed; yüksek kıymet ve yüce değerini ancak bu şekilde, yani ya sıdk / doğruluk ya sıdk yine doğruluk yani hep sıdk ve doğruluk üzere bulunmakla gösterir olmuş; salt bu yönüyle bu sıdk / doğruluk duruşuyla; çarşı pazar ve her yerde meta ve malını yani doğruluk ve dürüstlüğünü; son derece geçer akçe hâline getirmesini bilmiştir. İşte bizler de, meselâ “hürriyet” gibi bir nimeti; sıdkın vazgeçilmez bir sonucu ve sıdkın bir gereği olarak görebiliriz.

Yalan ise, büyük işlere teşebbüs ve girişimleri; murdar / pis, kirli ve iğrenç şeylerin lâşe ve leşleri gibi ruhsuz bırakır. Sonunda kubhunu / çirkinliğini izhar eder / gösterir, açığa vurur. Yalan; O’na sıkıca sarılan ve tutunan Müseylime ve emsali / benzerleri gibi sefilleri; alçaklığın en aşağı derecesine düşürür. Bu bakımdan yalanın zehirli meta ve malı çarşı-pazarda son derece âtıl ve kullanılamaz bir hâle döner. Menfûr casusluk gibi ne söylese istediğini harekete geçiremez. Bu yüzden sonuçsuz kalmaya mahkûm olur.

İşte izzet ve şereflerine düşkün olan Arap kavminin yapı, huy ve karakterlerinde yani tabiatlarında; gözde olma meyli vardır. Bu sevk edici tabiat ve huylarıyla insanlık âleminde yarışa çıktılar. O her şeye kasteden, söndüren ve kesata yol açan kizb’i / yalanı terk ettiler. Revaçta olan makbul ve rağbette olan sıdk ile süslenip ziynetlendiler. Adâletlerini dünya âleme kabul ettirdiler. İşte Hz. Muhammed’in sohbetlerine katılan  sahâbelerin aklın bir gereği olan adaletleri bu sırdan ileri gelir.

Tarih ve siyer yani Hz. Muhammed’in hayatını anlatan kitap ve eserler; dikkatle mütalâa olunup, iyice incelenirse görülür ki: Hz. Muhammed; dört yaşından kırk yaşına kadar, özellikle ahlâkının bir göstergesi olan gençliğinin en taşkın zamanında; his ve duygularının zebunu olmaması, kendisinde en ufak bir cinsel galeyana rast gelinmemesi, iffet ve namusun şahikalarında bulunması, mükemmel bir istikamet ve her bakımdan tam bir nümune ve örnek teşkil etmesi, nefsine hâkim olması gibi durumların birbirini izleyip, herhangi bir bozukluk olmadan o tehlikeli zamanı tamamlaması, kısaca tavırlarının ölçülü ve dengeli olması ile iffetli ve namuslu oluşun en müşahhas ve somut misali olmuştur. Üstelik insanlığın ve tarihin önünde son derece açık ve meydanda olarak, hiçbir hâlinde gizlilik ve örtülmüşlüğe fırsat vermeyişi; O’nu tüm dünyanın örnek alması gereken tarihî bir konuma yükseltmiş; en büyük hilenin hilesizlik olduğunu, cümle âleme bizzat nümune-i imtisal yani örnek alınacak bir şahsiyet olarak göstermesini ve görünmesini bilmiştir.

Kırk seneden sonra o büyük inkılâp, büyük ve köklü değişiklik nazara alınırsa, Hakk’tan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmeyen; kendini kınasın, kendini zemmetsin. Zira zihninde bir Allahı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr etmek zorunda kalan bir sofestaîden farksız bir duruma düşmesin.

Hem de en hatarlı / tehlikeli durumlarda -gar’da / Sevr mağarasında olduğu gibi- kurtuluş yolu yok iken, son derece  metanet, tam bir itimat ve gayet güven içinde olan hareket, hâl ve tavrı; Allah’ın Elçisi olduğuna ve bu husustaki ciddiyetine kâfi / yeterli bir şahit ve tanık. Hakk’a sıkıca tutunmuş ve sarılmış olmasına en büyük bir delil ve kanıttır.