Gök ve Yer’in taşımaktan çekindiği ve korktuğu Ene / Benlik Duygusu; “EMANET” olarak insana verilmiştir.
Çünkü kendisinin ve kâinat denen muazzam varlığın içinde bulunduğunun farkında olan tek varlık insandır.
İnsan: “Düşünüyorum, o halde varım.” diyebilen yegâne varlıktır.
Ona verilen akıl, zihin, şuur gibi nitelikler; diğer canlılardan hiçbirine verilmemiştir. Dolayısıyla kendini biliş, ortamı farkediş ve Yaratan’a karşı vaziyet alış; sadece insana has ve sadece insandan istenen ve beklenen hususlardır.
Aynı zamanda bu vasıf ve nitelikler onu; diğer varlıklardan çok farklı, çok değerli, çok keyfiyetli ve çok nitelikli kılmıştır.

İnsan deyip de geçme ey birader!
Her şeyi ona gıpta ile baktırıyor kader.

Çünkü, yaratılmışlar arasında “Ben”, “Benim”, “Bana” diyebilen tek varlık insandır.
Çünkü, ancak “Ben” diyebilen, “Benim” diye tutturabilen, “Bana ait” diye sahiplikte bulunabilen biri; Yaratan’ın hitaplarını anlayabilir. Gönderdiği vahiy ve ilhamlara muhatap olabilir.
İşte bu biliş, bu anlayış, bu idrâk ve bu şuur ve bilinçli oluşundan ötürüdür ki, büyük bir sorumluluk ona düşmektedir. Yani insan, Allah’ı bilip tanımakla mükellef ve yükümlüdür. Zaten bu mükellef oluş kabiliyet ve keyfiyetinden dolayıdır ki, Allah onu kendisine tek muhatap saymış. Bu yüzden onu eşref-i mahlûkat / yaratılmışların en şereflisi kılmış. Her şeyden değerli ve kıymetli addetmiş / saymış. Tabiri caiz ise, göz bebeği olmak gibi bir mevkiye yükseltmiştir.
Bir karınca bile, üstünde bulunduğu -kendisinden habersiz- dağdan; canlı olması hasebiyle üstün tutulursa; akıl, zekâ sahibi insanın; Allah indinde, nasıl bir kıymet ifade ettiğini, varın siz düşünün.
İnsan ki, her uzvuyla Allah’ın varlığından, isim ve sıfatlarından haber verir.
Meselâ:
“Allah’ın Görücü olduğunu nasıl anlarsın?” diye sorarsan: “Gözümden diye cevap veririm. Çünkü görmesi olmayan, bana göz veremez.”
“Allah’ın İşitici olduğunu nasıl bilirsin?” diye sorarsan: “Kulağımdan diye
cevaplarım. Çünkü işitmesi olmayan, beni kulak sahibi edemez.”
“Allah’ın Levh-i Mahfuzu’nu bir bakıma Kara Kutusu’nu / maddî mânevî her şeyin görüntüsünü içinde bulunduran “Muhafaza Kutusu”nu neye dayanarak kabul ediyorsun?” dersen:
“Beynimde bulunan minnacık bir et parçasında, tüm hayat safhalarımın; sesli, sözlü, renkli ve hareketli bir şekilde arşivlenmesinden. Çünkü her şeyi, her şeyiyle muhafaza etme vasfı bulunmayan biri; bana hafıza kutusu bahşedemez.”
Velhasıl, insanda olan her şey; O değil ama O’ndandır. Hep ondan haber veriyor. Elbette Allah; madde ve mekândan münezzeh / uzaktır.
Aslında insanın hafızası dediğimiz minicik, maddî et parçası içinde var kabul ettiklerimiz; o beyindeki et parçasından münezzeh olup, onunla hiçbir alâkası yoktur. Zira, hafızamızı açıp baktığımızda, kayıtlı bir şey görmek kabil ve olası değil. Tıpkı aynada görülen, ayna kaynaklı olmadığı. Aynanın bir tecelli yeri olduğu. Tıpkı sinema perdesinde gördüklerimiz perdeden kaynaklanmadığı gibi. Hafızamız da, bir aksettirici olmaktan öte, bir fonksiyon icra etmez.
İşte Allah’ın zâtını değil ama, isim ve sıfatlarını kendisinde aksettiren ve bunun farkında ve iz’anında olan insana; bu özel hususiyet ve kıymeti kazandıran; ona emanet olarak verilen “Ene” / “Benlik Duygusu”dur. Çünkü ancak “Ben” diyen, “Sahibim” diyen, “Yaptım, Yapacağım” diyen biri, bu haslet ve özellikleri kendisine bahşeden Yüce Allah’ı bilebilir.
İşte bundan dolayıdır ki, âlemi yaratan; Allah’ı bilme anahtarı diyebileceğimiz ENE’yi / Benlik Duygusu’nu insana vermiş. Bu iz’an ve şuur sadece insandan istenmiş. Bu hakikati bilsin, anlasın diye yüz bini aşkın peygamber, bunun için gönderilmiş. Bu gerçek onlarla hatırlatılmıştır.