GİZEM YILDIZ'ın röportajı için tıklayınız...

Tarihin içinden çıkan zarif bir karakter: Elenor. Ve onu ete kemiğe bürüandüren, sadece replikleri değil duyguları da taşıyan bir oyuncu: Dilek Güler. "Mehmed" dizisindeki güçlü performansıyla dikkat çeken Dilek, sahnenin de kameranın da ruhuna dokunmayı bilen bir isim. Oyunculuğu sadece bir meslek değil, bir iç yolculuk olarak gören Dilek’le; hayallerin başladığı yerden, sahnede bir karakterin gözlerine kadar uzanan büyülü bir sohbet gerçekleştirdik.

Adsız-49

Seni Mehmed dizisinde Elenor olarak izliyoruz. Şu an hayat senin için nasıl ilerliyor?

Hayatımda hem yoğunluk hem de sakinlik aynı anda var gibi. Bazen her şey çok hızlı akıyor, bazen ise durup bir nefes almak istiyorum. Ama genel olarak üretmenin, oynamanın ve duygulara dokunmanın verdiği tatlı bir yorgunluk içindeyim.

Tarihi bir dizide yer almanın kariyerin açısından ne gibi avantajları oldu?

Tarihi bir dizi, oyunculuk açısından adeta bir zaman makinesi gibi. O dönemin ruhunu anlamaya çalışıyorsun. Duruşumdan beden dilime kadar her şeyin daha ölçülü ve daha anlamlı olması gerekiyor. Bu da oyunculuğumu daha fazla sorgulamama ve derinleştirmeme neden oldu.
Kariyer anlamında ise belki bazı insanlara, “Bu kız sadece ezberi değil, dönemi de taşıyabiliyor” dedirtmiştir. Bu his, beni içten içe daha da motive etti.
Ayrıca tarihi bir dünyanın içinde kaybolmak, bazen bugünün ağırlığından güzel bir kaçış da olabiliyor.

Elenor’u canlandırırken, yabancı bir dönem kadını olmanın zorluklarını yaşıyor musun?

Evet, kesinlikle yaşıyorum. Çünkü Elenor sadece farklı bir milletten değil, aynı zamanda başka bir zamandan geliyor. Onun içinde kalmak bazen kendi reflekslerimi bastırmamı gerektiriyor.
Bazen bir sahnede içimden “Şu an tepki göstermen gerekiyor” diyorum ama Elenor susmayı tercih ediyor. Ve ben o suskunluğun içini doldurmak zorundayım. İşte bu, hem çok zorlayıcı hem de çok öğretici bir deneyim oldu.

Elenor’la nasıl bir bağ kurdun? Karakterin en çok hangi özelliklerini seviyorsun?

Ailesine duyduğu bağlılık beni çok etkiledi. Elenor’un içindeki o aile duygusu, bazen bir bakışında ya da tek bir kelimesinde hissediliyor. Benim de ailemle çok güçlü bir bağım var. O yüzden Elenor’un sevdiklerini koruma isteğini, onların acısıyla sarsılmasını çok içten anladım.
Bazen bir sahne çekerken gözümde yaşlar biriktiyse, o sadece rol değildi — kendi kalbim de oradaydı.
Onun zarif ama kararlı duruşunu, kırıldıkça güçlenen ruhunu çok seviyorum. Elenor, bana hem kendimi hem de aileme olan sevgimi yeniden hatırlattı diyebilirim.

Oyunculuk serüvenin nasıl başladı? Bu yola çıkmanda seni en çok etkileyen şey neydi?

Bir gün, ilk kez İstanbul’a gelmiştim. Henüz küçüktüm. Bir şekilde yolumuz Mimar Sinan Konservatuvarı’nın önünden geçti. Denizin kenarındaki o okul bir anda kalbime dokundu. Durdum, uzun uzun baktım. İçeride neler olduğunu hayal ettim.
Eve döner dönmez bir resim çizmiştim: sahnede duran küçük bir kız… O kız aslında bendim. Belki de o an “Dilek”, ilk defa gerçekten sahneye çıktı.
Sonrasında Amasya’da amatör tiyatro gruplarına katıldım. Sahne tozunu ilk kez orada soludum — derme çatma sahnelerde, az ışıkla ama çok hayalle…
Sonra yol beni konservatuvara götürdü. Sanki içimdeki o küçük kız, çizdiği resmin peşinden yürüdü. Yani bu hikâyeye birdenbire dahil olmadım; uzun zamandır içimdeydi, sadece zamanı gelince görünür oldu.

Kan Çiçekleri dizisi çok sevilen bir yapımdı. Günlük dizi temposu senin için yorucu oldu mu?

Günlük dizi temposu gerçekten çok farklı. Her gün sete gitmek, sürekli yeni sahneler öğrenmek… Fiziksel olarak zorlayıcı olabiliyor ama oyuncu olarak çok hızlı düşünmeyi ve anında tepki verebilmeyi öğretiyor. Yorucu ama geliştirici bir deneyimdi.

Tiyatro ve televizyon oyunculuğu arasında kendini hangisine daha yakın hissediyorsun?

Şu sıralar Müphem Tiyatromuzun Küller Küllere oyununda sahnedeyim ve orada kendimi gerçekten “canlı” hissediyorum. Seyirciyle anı paylaşmanın enerjisi, nefes alışverişi, göz göze gelmeler… Hepsi ayrı bir adrenalin. Tiyatronun o an olduğu gibi kalması ve her gece biraz farklı bir hikâye anlatması beni çok etkiliyor.
Öte yandan sinema ve televizyonun da bambaşka bir sihri var. Kamera önünde küçük bir jestin bile binlerce eve, farklı hayata ulaşabilmesi… Göz kırpışının, en ince bakışın bile yakın plana yansıyıp çoğalması… Bunu da çok büyülü buluyorum.
O yüzden ikisini de ayrı evrenler gibi görüyorum: Tiyatro, bütünüyle sahnede hissettiren bir enerji. Sinema ve televizyon ise gözlemlediğin dünyanın içine usulca davet eden, mikro duyguları bile görünür kılan bir yakınlık.
Bu iki dünya arasında tercih yapamam. Her biri bana farklı bir yanımla buluşma fırsatı sunuyor.

Rol aldığın karakterlere hazırlanırken özel bir yöntemin ya da ritüelin var mı?

Her karakterle aramda küçük bir “tanışma faslı” olur. Önce onu anlamaya çalışırım. Yürüyüşe çıkıp onun gibi yürümeye çalışırım mesela. Günlük tutarım onun adına. Bazen sadece içimde onun sesini duymaya çalışırım. Biraz içgüdüsel, biraz oyun gibi.

Bir karakteri ilk kez senaryoda okuduğunda, onun “yaşamaya değer” biri olup olmadığını nasıl anlarsın?

Bir karakteri okurken kalbim bir noktada sıkışıyorsa ya da gözlerim bir satırda doluyorsa… Bilirim ki o karakterin bir ruhu vardır ve yaşamaya değerdir. Hep bir duygusal temas ararım. O temas yoksa, rol sadece ezber olur.

“Bu rol beni dönüştürdü” dediğin bir karakterin oldu mu? Bu dönüşüm hayatında neyi değiştirdi?

Evet, Kan Çiçekleri’ndeki Cevriş karakteri onlardan biri. Onun sabrı, içsel gücü ve hayat neşesi bana çok şey öğretti. Bir şeyleri kontrol etmeye çalışmaktansa bazen akışta kalmanın gücünü keşfettim.
Daha çok dinlemeyi, daha az yargılamayı öğrendim onunla. Ailesine olan sadakatiyle de çok severek oynadığım bir karakterdi.

Sence oyunculuğun, “görünmeyeni göstermek” gibi bir misyonu var mı? Seni en çok hangi hikâyeler heyecanlandırıyor?

Kesinlikle var. Oyunculuk sadece replik söylemek değil; görünmeyen duyguları, bastırılmış düşünceleri bir bedende ya da bir bakışta anlatabilmektir.
En çok da sessizlerin, dışlanmışların, kenarda kalanların hikâyeleri heyecanlandırıyor beni.

Kamera önünde değilken hangi Dilek daha baskın: gözlemleyen mi, hayal kuran mı, yoksa saklanan mı?

Hepsinden biraz var ama sanırım en çok gözlemleyen Dilek. İnsanları izlemeyi, detayları fark etmeyi seviyorum. Belki de bu yüzden oyunculuk bana bu kadar iyi geliyor. Gözlemlediklerimi bir karakterde yeniden doğurabiliyorum.

Fotoğraf: Umut Sokoloviç