YAĞMUR TANYILDIZ'ın röportajı için tıklayınız...
“Deli’l” ve “Gazap - Sol Omzumdaki Şeytan” kitaplarının yazarı METEHAN METE ile bir araya geldik. Kitaplarından, yazmaya nasıl başladığından ve yeni projelerinden konuştuğumuz sohbetimiz sizlerle…
Hoş geldiniz. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Kimdir Metehan Mete?
Teşekkür ederim. Davetiniz için memnuniyetle buradayım. Metehan Mete, 1988 yılında İstanbul’da doğmuş bir hikâye anlatıcısı. Lisans eğitimini Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi üzerine tamamladım ama hayatın anlamını ne kürsülerde ne de kalın kitaplarda bulabildim. Onu hep satır aralarında aradım. Bir kız, bir erkek çocuğu babası, bir kadının âşığı, toplumun kenarında duran ama gözünü ondan ayırmayan biriyim. Mesleki olarak kendimi “yazar ve senarist” olarak tanımlıyorum ama bu, yazıyla kurduğum ilişkinin sadece görünen kısmı. Yazmak benim için hem bir isyan hem bir arınma. Hayatın garipliğini, insanın içindeki karanlıkla olan dansını, aşkın büyüsünü, şüphenin yakıcılığını ve zaman zaman da absürtlüğün komedisini anlatmaya çalışıyorum. Fenerbahçeliyim; mağlubiyete alışığım. Ama asla teslim olmam. Kafam hep bir adım ötede, kalbimse hep burada. Yalnızca yazmıyorum, aynı zamanda yazdıklarımla sorular soruyorum. Cevaplarıysa okura bırakıyorum.
Yazmaya nasıl başladınız? Teşvik eden neydi? Mesleğiniz yazmanıza vesile oldu desek doğru olur mu?
Yazmaya başlamamın mesleki bir temeli yok, yani devlet dairesiyle değil, içimdeki huzursuzlukla başladı her şey. Küçük yaşlardan beri içimde taşıdığım o tarif edemediğim "fazlalık", dışarı çıkacak bir yol arıyordu. Herkes susarken benim içimde kelimeler bağırıyordu. Yazmak o sesi kısmak değil, onu anlamaya çalışmaktı. Beni yazmaya teşvik eden şey tek bir olay değil, birikmiş bir ihtiyaçtı. İnsanlara bakınca hep "neden böyleler?" diye soruyordum. Kendime bakınca da "neden böyle hissediyorsun?" Yazmak, bu sorulara sözle değil, hikâyeyle cevap arama çabasıydı. Kamu yönetimi gibi disiplinler, yazı yolculuğuma pek katkı sağlamadı. Hatta çoğu zaman yazının doğallığını ve hayal gücünü boğan şeyler oldular. Ama belki de o baskılar sayesinde yazmak benim için bir kaçış, bir özgürleşme alanı haline geldi. Yani teşvik etmediler ama yazmaya muhtaç bıraktılar diyebilirim. Yazmak benim için bir meslekten ziyade bir mecburiyetti. İçimde büyüyen sessizliğe kelimelerle karşılık verdim. O yüzden ne meslek ne teşvik; beni yazıya iten şey, insan olmaktan duyduğum hem haz hem de rahatsızlıktı.
İlk kitabınız “Deli’l” değil mi? Bahsedelim isterim biraz. Neler anlattınız okurlara?
Evet, ilk kitabım Deli’l. Kelime anlamıyla “delil”, ama Arapça kökeniyle düşündüğünüzde “rehber” manasına da gelir. Ben bu kelimeyle hem delilliği hem deliliği ispatlayan o ince çizgiyi birlikte düşündüm. Kitabın çıkış noktası da tam olarak bu: Akılla delilik, imanla şüphe, inançla çöküş arasında gidip gelen insanların hikâyeleri. Deli’l, sıradan bir anlatı değil. İçinde mistik öğeler, psikolojik çöküntüler, metafizik sorular ve toplumsal çürümüşlük var. Bir adamın zihnindeki çatlaklardan sızan karanlığı, toplumun görmezden geldiği “gerçek delileri” ve bazen hakikatin ancak delilikle anlaşılabileceğini anlatmaya çalıştım. Okura tek bir duygu ya da düşünce sunmak istemedim. Bilinçli olarak gri bölgelerde dolaştım. Ne karakterler tamamen iyi, ne hikâyeler tamamen net. Çünkü hayatta da hiçbir şey siyah-beyaz değil. Deli’l, sorular sormayı seven okurlar için yazılmış bir kitap. Özellikle de "normal" denilene şüpheyle bakanlar için. Kısaca söylemek gerekirse; Deli’l, bir çığlık değil, yankı. O yankıyı duyabilen herkes, kitabın bir yerinde kendi sesini bulabilir.
“CEO olan birinin tımarhaneden kaçmış, akıl hastası, psikopat bir katile dönüşebileceğine kim ihtimal verebilirdi ki?” diyorsunuz kitapta. Mesleki tecrübelerinize göre siz ihtimal verir misiniz buna?
Kesinlikle veririm. Hem de tereddütsüz. Benim gözümde insanlar sandığımızdan çok daha kırılgan, çok daha maskeli. Üstüne bir de modern dünyanın dayattığı “başarı”, “statü”, “kontrol” gibi kavramlar geldiğinde, içten içe çöken ama dışarıdan dimdik duran insanlar çıkıyor karşımıza. CEO dediğimiz kişi belki de yıllarca bastırdığı bir travmanın, bir inkârın, bir kişilik bölünmesinin ucundaydı — sadece doğru (ya da yanlış) tetikleyiciyi bekliyordu. Bu tarz insanlar çoğu zaman sistemin en üstünde yer aldıkları için hastalıkları da sistematik olur. Tımarhanedeki bir deli bağırır çağırır, dikkat çeker. Ama bir CEO susar, güler, imza atar… ve belki arka odada birini öldürür. Hangisi daha tehlikeli? Mesleki gözlem demeyelim ama insan doğasını yazarlık süzgecinden geçirmiş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Unvanlar, deliliği engellemez. Bazen deliliği saklar. Bazen de onu besler. Herkesin içinde bir uçurum vardır, kiminki ne zaman devrilir, asla bilemezsin. Deli’l de tam olarak bu sorunun peşine düştü: “Normal” sandıklarımız gerçekten normal mi, yoksa sadece daha iyi gizlenmiş deliler mi?
Gelelim ikinci kitabınıza… “Gazap - Sol Omzumdaki Şeytan” nasıl çıktı ortaya?
Gazap – Sol Omzumdaki Şeytan bir öfkenin değil, bir hesaplaşmanın kitabı. İçeriden gelen ama yıllarca bastırılmış bir karanlığın, en sonunda ete kemiğe bürünüp sahibine bakması gibi. Yazma süreci de böyleydi zaten: Bir gece oturup yazmaya karar vermedim, yıllardır omzumda nefes alıp veren o "şey" artık konuşmak istedi ve ben sadece yazıya döktüm. Bu kitap, Deli’l’den farklı olarak daha kişisel, daha içsel. Bir adamın şeytanıyla olan samimi ve yer yer tehlikeli– diyaloğu. Bu şeytan mecazi mi, gerçek mi, yoksa sadece vicdanın yankısı mı? Onu okur karar verecek. Ama kitap boyunca okuyucuya şunu sordum: İçimizdeki kötülüğü gerçekten bastırabiliyor muyuz, yoksa ona sadece daha zarif maskeler mi takıyoruz? “Sol omzumdaki şeytan” mecaz değil; ben onu yazarken gerçekten orada oturduğunu hissettim. Her cümlede nefesini duydum. Kimi zaman rehber oldu, kimi zaman düşman. Kitap boyunca beni en çok zorlayan şey, o şeytanın söylediklerinin bazılarında haklı olmasıydı. Gazap, iyiyle kötünün, imanla şüphenin, akılla cinnetin sınırında gezinen bir adamın iç yolculuğu. Ve evet, bu yolculukta herkes bir parça kendi şeytanıyla karşılaşabilir. Cesareti olanlar için yazdım.
Şimdilerde neler yapıyorsunuz? Yeni bir kitap hazırlığınız var mı?
Şimdilerde üretmeye devam ediyorum; hem tek başıma hem de kolektif ruhla. Yazı hayatım artık sadece bireysel kitaplarla sınırlı değil farklı türleri, formları ve sesleri denemekten keyif alıyorum. Polisiye-komedi türünde yeni bir proje üzerine çalışıyorum. Mizahın zekâyla, suçun da sürprizle yoğrulduğu bir evrende geçiyor. Okuru hem güldürüp hem de ters köşe yapacak bir hikâye peşindeyim. Bu alanda sıradanlığa tahammülüm yok; her satır bir çelme, her karakter ayrı bir tuzak gibi olmalı. Ayrıca Parana Yayınları iş birliğiyle hazırladığımız üç antoloji kitabımız var: Zal, Şüphe ve Cerrah. Bu kitaplarda birden fazla yazarla bir araya gelip, kısa ama tokat etkisi yaratan hikâyeler kaleme aldık. Her birinde başka bir atmosfer, başka bir delilik hâli var. Ortak yazarlığın, bakış açımı genişlettiğini düşünüyorum. Çünkü başka kalemlerle çatışmak değil, çarpışmak gerekiyor bazen iyi hikâyeler de oradan çıkıyor zaten. Bunların yanında uzun metrajlı senaryo çalışmalarım da sürüyor. Gece Vardiyası, Beklenen Umut, Dejavu Dansı, Yedinci gibi tamamlanmış senaryolarım var. Tür olarak gerilimden absürt komediye, dramdan fantastik kurguya kadar geniş bir yelpazede yazıyorum. Yazdığım her senaryo, “okuyunca unutulmayacak bir sahneye” odaklanır. Çünkü sinemada asıl mesele, izleyenin zihninde kalan o tek karede gizlidir. Kısacası; kalemim boş durmuyor. Ne yazık ki ben de pek duramıyorum. Ama bu, şikâyet ettiğim bir şey değil. Yazmak hâlâ en iyi kaçış, en dürüst yüzleşme benim için.
Kimleri okursunuz peki? Kendinize örnek aldığınız yazarlar var mıdır?
Jean-Christophe Grangé, benim için sadece bir yazar değil; kurguya bakışımı değiştiren bir ustadır. Onun kitaplarını okurken, hikâyenin peşinden sürüklenmek değil, hikâyeye teslim olmak gerekir. Siyah Kan, Kızıl Nehirler, Taş Meclisi, Leyleklerin Uçuşu gibi romanlarıyla beni en çok etkileyen şey, gerilimi sadece olayda değil, karakterin zihninde de kurması. Psikolojiyi, dini, mitolojiyi ve suçu öyle bir örüyor ki, okur olarak sürekli tetikte oluyorsun. Ve bu benim için yazarlıkta ulaşılması gereken yer: Okuru sadece hikâyeye değil, karakterin zihnine hapseden anlatım. Grangé dışında da etkilendiğim birçok isim var. Dostoyevski, insan ruhunun karanlık labirentlerini anlatma biçimiyle hep rehberim olmuştur. Albert Camus ve Franz Kafka, varoluş sancılarını edebi şiddetle dile getiren ustalar. Chuck Palahniuk, özellikle Fight Club ile sistem eleştirisini delilikle harmanlayan cesur kalemlerden. Türk yazarlardan Hakan Günday’ın sertliği, İhsan Oktay Anar’ın dili eğip büken üslubu ve Barış Bıçakçı’nın sessiz ama derin anlatımı beni hep düşündürür. Ama kendime birebir “örnek aldığım” bir yazar yok. İlham aldığım çok kişi var ama taklit etmekten özellikle kaçınırım. Çünkü her yazarın karanlığı, kendi yankısını doğurmalı. Benim işim onların ışığında yürümek değil; kendi karanlığımda yolumu bulmak. Grangé bana gerilimde psikolojik derinliğin önemini gösterdi. Ama onun gölgesinde değil, onun açtığı yolda kendi izimi bırakmak istiyorum.
Sohbetiniz için teşekkür ederim. Son olarak neler söylemek istersiniz?
Ben teşekkür ederim, bu samimi ve derinlikli sorular için. Son olarak şunu söylemek isterim: Yazmak bir yetenek işi değil, bir yara işi. Kelimeleri düzgün dizmekten çok, neyi saklamadan söyleyebildiğinle ilgilidir. Kimsenin alkışı için yazmıyorum, kimsenin beğenisine göre kalem oynatmıyorum. Yazarken tek sadakatim var: içimdeki rahatsızlığa. Çünkü bence iyi hikâyeler, insanı rahatsız eden yerden çıkar. Bugün dünyada her şey hızlı tüketiliyor, hatta duygular bile. Ama ben hâlâ bir cümlede durup nefes almayı, bir karakterin suskunluğunda çok şey duymayı önemsiyorum. Okura da hep bunu öneririm: Herkesi okumayın. Sizi gerçekten düşündüreni, sarsanı, hatta biraz kızdıranı okuyun. Çünkü ancak o metinler size ayna olur ve unutmayalım: Delilik dediğimiz şey bazen sadece toplumun henüz alışamadığı bir farkındalıktır. Yazdıklarım biraz da bu farkındalığı dürtmek içindir. Herkesin içinde bir hikâye var. Ama onu yazmak cesaret, yazdıktan sonra okumak vicdan ister. Görüşmek üzere.