Şehrin ruhu insanına benzer.

Şehirle insan arasındaki bağ medeniyet kadar eskidir.

Şair ‘Şehrin insanı şehrin’ derken şehrin ve insanın kültürel benzerliklerinden bahsediyor olsa gerektir.

Her geçen gün biraz daha kendine çekilen, şehirden, kültürden, medeniyetten ve insanlık erdemlerinden kendini soyutlayan günümüzün popüler-her şeyden biraz bilgi sahibi-  sözüm ona çok kültürlü- ancak köklerinden bi haber, derinliği olmayan insanlarının hiç beklemedikleri anda öyle zamanlar olur ki kendilerini şehirden kurtarmak isterler!

Ancak şehrin gerçek sahipleri her dem şehrin kaderiyle ortak gördükleri kendi kaderlerinin kozalarını örmeye devam ederler.

 İnsanın kendisini yaşadığı şehirden kurtarmak istemesinde bilinçli bir tercihten söz etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu durum zihnin, bedenin ve beton yığınları arasında nefes almakta zorlanan benliğin isyan halinin dışa vurumu ve bir anlamda kaçış eyleminden başka bir şey değildir.

Büyük şehirlerde hafta sonları küçük bir su birikintisi, ağaç kümesinin etrafında onlarca insan görmemizin sebebi insanların tabiatta dinginliği yakalamak, hissetmek ve insanın kendi iç sesini doğanın yardımıyla duyma arayışının tezahürü olsa gerekir.

Tarihi, kültürel, insani üstünlük ve güzelliklerini koruya gelmiş şehirler bazen de geçmişle bu günü, bu günle yarını kucaklama noktasında insanı özüne döndürme, kendisini hatırlatma gibi bir laboratuvar görevi görürler.  Bu tür şehirlerin gizemi ve önemi her geçen gün artmaya devam ediyor, edecektir. Bu yüzden insanlar hala Buhara, Semerkant, Çimkent, Urumçi, Saraybosna, İstanbul, Erzurum, Bursa, Tebriz, İsfahan, Şuşa… Bahçesaray gibi kendisinden birer parça olarak gördükleri şehirleri görmek isterler.

Bana öyle geliyor ki geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk coğrafyalarında binlerce yıllık kadim gelenek ve dokusunu bünyesinde barındıran, önemli medeniyet duraklarımız olarak kabul edilen şehirlerimizle yeniden ayağa kalkacağız diye düşünüyorum.

Sokaklarında musikinin son bestesini tamamlayan demirci ustalarının örs ve çekiç sesleri, horoz dövüşçülerinin bahsi arttırma telaşı, çiçekçi pazarında gözleri turkuaz mavisi bir Türk kızının çiçeklerle bezenmiş pazenden eteği, yoğurt bakraçlarının yanına oturmuş analarının sırtında taşıdıkları çocukların ağlama sesleri, dar sokaklarında kovalamaca, saklambaç, beş taş, çelik-çomak, aşık oyunu oynayan yeni yetme çocukların bir o yana bir bu yana seğirtmeleri, hiç beklenmedik bir anda karışınıza çıkan bir sokak çeşmesinden kana kana içilen suyun yalaktan sıçraması… XVIII. yüzyıldan kalma bir konağın haşmeti vakur sadeliği, zarafeti ve albenili büyüsü kurtaracak bizi.

“Bu şehir, bu sokak, bu tını, bu ses, bu hava ve bu sadelik bizi biz yapan ve doyumsuz hisleri depreştirip bizleri kalbimizden yakalayan ve bize ait kültürümüzü bize geri veren öz benliğimiz değil midir? Eğer bu soruya evet diyorsanız yaşadığınız şehirden, büyük şehirlerin insan ve kültür öğüten karmaşasından bir an önce kurtulma zamanınız gelmiş demektir. Cevabınız hayırsa o zaman taşıma kültür çerçevesinde insani ve medeni duyargalarını yitirmiş “hiç” olma irfanından bi haber insan ve ortamlarda daha çok beyin çürütecek ve daha çok debeleneceksiniz demektir!”

Aradığımız yer, yaşamak ve bir ömür boyu sonsuzluğu yakalamak için ömrümüzü verebileceğimiz mekân burası olsa gerek diye düşündüğünüz anların her geçen dakikada artmasını isteseydiniz ne yapardınız sorusunun cevabı huzur diyarı diye tarif edebileceğiniz o mekânlara, şehre, dağ başına, sokaklarda tekrar yaşamak isterdim olurdu.

Adımladığınız her yeni dar sokakta “burada yaşamalıyım” diye içinizden geçirdiğiniz hayıflanmalar, bereketin sembolü nar ağaçları, kırmızı güller, siyah güller ve volkanik heybetli bir dağın her an yeniden ateşini harlayacak gibi şehrin üzerine abanmış heybetli halini alışmaya başlamanız.

Batı Anadolu’nun önemli şehirlerinde tarihi ve kültürel doku bu güne kadar maalesef gelemedi. Bunda depremlerden daha çok Yunan işgali ve yangının etkisi büyüktür. Osmanlı’dan devralınan ve maalesef yüzyıldan fazladır devam eden hoyratlığımız, tarihi mekânları, kültürel dokuyu koruma, yaşatma ve var etme bilinçsizliğimiz nedeniyle göz göre göre inci tanesi gibi, biblo gibi duran eserlerimiz, tüm değerlerimiz gibi yok olmaya devam ediyor!

Mekânların kutsiyeti eserlere yüklediğimiz anlamla doğru orantılıdır. O mekânın dini bir yapı olup olmadığına bakmaksızın taşın, ahşabın, oymanın, çevreyle uyumunun, insanla mekân birlikteliğinin zirveye çıktığı yapıların insanı kendisine çekmesinin altında insanı düşündürmesi gereken bazı gizli kodları anlamadan, algılamadan tarih ve kültür bilincini korumak mümkün değildir

Kendi ellerimizle ortaya var ettiğimiz şaheserlerimize karşı yine kendi hoyratlığımızla ortadan kaldırmak için verdiğimiz çabalamamızın mantığını bilen, anlayan varsa beri gelsin!