Bağdat! Eyy Bağdat! Kadim şehir. Mezopotamya kadar yaşlı, Mezopotamya kadar acılar dolu... Ufuklarında güneş tüm haşmetiyle birkere daha doğuyor. H

Bağdat! Eyy Bağdat! Kadim şehir. Mezopotamya kadar yaşlı, Mezopotamya kadar acılar dolu... Ufuklarında güneş tüm haşmetiyle birkere daha doğuyor. Her doğan gün sana neler getirdi acaba? Neler gördün, neler yaşadın kimbilir şimdiye kadar?
Sadece insanların mı hafızası olur, şehirlerin hafızası olmaz mı? Bağdat, zaman yanıbaşındaki Dicle gibi akıp giderken, neleri kaydettin hafızana, neleri gördün, nelerin tanığısın kimbilir...
Mutluluk pınarı her zaman akmaz. Hatta çok zaman keder hayatta gelip kurutur yeşeren neşe tomurcuklarını doğrudur. Bunu en iyi sen bilirsin değil mi ey yaşlı şehir? Devirler önünden geçip giderken sahi nasıl dayandın tüm o acılara, biriken keder tohumlarına... Nasıl katlandın gözü dönmüş vahşilere. Zalim zulmü altında inleyen mazlumları duymamak için kulak mı tıkadın yoksa? Sahte mutluluk maskeleri mi taktın söyle. Tamam fail değilsin suça ama tanık olup sessiz kalmak da bir yerde suç değil midir!
Yıll MS 922. Güneş birkere daha doğuyor Bağdat'ın üzerine. Vakit sabah. Sokakların, çarşıların, camilerin, pazarların kaçıncı kez şimdi olacaklar gibi acıya eşlik edecek kimbilir? Bu gün önemli, bu gün bir garip! Evet bir farklılık var diğer günlerden, bir başkalık var... Önemli şeyler olacak çünkü. Duvarların, evlerin ve insanların garip şekilde sessiz... Bu sessizlik çok şeye gebe. Belli bir fırtına kopacak... Herkesin herşeyi bildiği ama kahreden bir sessizlikle beklediği zamanar olur ya işte öyle korkutan bir sessizlik. Herkes biliyor, herkes hissediyor ve inadına herkes susup bekliyor...
Şimdi güneş yükseliyor. Hala insanlar geliyor uzaklardan. Kalabalıklar artık susmuyor. Bağırmıyorla da... Konuşuyorlar kulaktan kulağa... Korka korka, biraz da ne olacağını bilmezliğin temkiniyle.. "Demiş mi? Öyle mi? Nasıl der?" gibi mırıltılar arasında duyulan belli belirsiz ama her an konturolden çıkabilecek tepkiler... Yüzler gittikçe sertleşiyor. Kaşlar çatılmaya başlıyor. İnsanlar nasıl da değişiyor böyle! Pençeleri açılıp avını bekleyen vahşi hayvanlara dönüşen suretler mi bunlar?
Vakit ilerliyor. Ne zaman toplandı bu kadar kalabalık. Büyük meydana çıkan yollar şimdi insan denizi...
Neyi görecekler, neyin telaşı bu? Eyy Bağdat! Ne yaşayacaksın, neyi sunacaksın insanlara bu gün!
Kalabalık da oluşan dalgalanmalar... Ve artık kimsenini kimseden saklamadığı, yüksek perdeden, cüret kokan konuşmlar duyuluyor... "Öldürmek lazım kafiri! Hakketmiş Allahsız! Daha getirmediler mi onu?" Kim diyor bu cümleleri. Öfkesinden kudurmuş, kan, gözyaşı ölüm düşleyen insan suretindeki vahşi sürüler...
Derken ani bir sessizlik... Tüm gözler ileriye, sokağın başına dönüyor. Ellerinde kılıç tutan heybetli ve korkutucu askerlerin arasında, idam sehpasına doğru yürüyen bir mahkum geliyor... Yoo korkmuş ve telaşlı değil. Halinde dikkat çekici bir teslimiyet ve sükünet var. etkileyici bir an. Kalabalıkları susturan bir insan yürüyor. Sessizliği bir cümle bitiriyor... " Allahsız kafiiir işte geldi!" Bu cümleyle birlikte çarpılmış gibi duran kalabalık eski haline çabuk dönüyor. Mahkuma doğru bir öfke dalagalanması başlıyor. Bağrışmalar... Askerlerin insanı korkutan acımasız bakışları olmasa linç için hiç de gecikmeyecek.
Kim bu ölümü aldırmadan ama insanlara göre hakkeden kişi? Kim bu toplumun öfkesini fazlasıyla üzerinde toplayan mahkum? Kim bu ağızlarından salya akıtarak ölmünü isteyen vahşi sürünün arasından sessizce yürüyen adam? O kişi Hallac!
Çok değil kısa bir süre önce veli dedikleri bu adama tüm Bağdatlı saygı göstermek için yarışırdı oysa! Duasını alabilen kendinini lütufa uğramış görürdü. Ne zaman Bağdatın sokaklarından vakar ve edeple geçse, yollar açılır, başlar saygıyla ona döner, "Dua ya veli!" cümleleri duyulurdu. Şimdiyse aynı yollar onu ölüme götürken "kafir" seslerinin sahipleri aynı kişiler olması ne garip?
Herşey çok kısa bir zamanda değişti oysa. Allah dostu bu büyük veli, tefekküre o kadar derin dalmıştı ki, kendini kaybetmiş ve artık tüm zaman ve mekanda "Yaratıcıdan" başka birşeyin olmadığını, herşeyin tek sahbi o Allah'ın, yarattığı bütün eşyalarda tecelli ettiğini, dolayısıyla ondan başka birşeyin olmadığını, doğal olarak kendisinin, Hallac diye birininin de olmadığını kavramış ve dilinden Enel hak( Ben Allah'ım) cümlesi çıkmıştı. Zor bir yolda zor bir haldeydi o artık... Halkın anlamasından uzak, hatta yanlış anlamasına açık, tehlikeli ve derin bu cümleyi söylemişti... Herkes, her meseleyi inceliğiyle kavrayabilecek düzeyde değildi ki!
İşte toplanan kalabalık bu cümleyi anlayamayan, daha doğusu ilk manasındaki yüzeyselliğe takılı kalan, bu yüzden de mahkuma ölümü çoktan yakıştıranlardı. Ne acıdır ki Allah velisine layk buldukları hakaret ve ölümü yine Allah sevgisinden yaptıklarını düşünüyorlardı. Yumruğunu sallayıp Hallac-ı Mansurun üzerine yürüyen gözü dönmüş kalabalıktaki mesala şu adam kendi düşüncesinde Allah'ın onayını almış, kendince Allah sevgisini ve iyi bir müslüman olduğunu çoktan ispatlamıştı. Ona göre Allah, hiç şüphesiz şu an yerden taş alıp Hallaca atan adamın yani kendisinin yanındaydı. Allah'a hakaret eden kafire cezasını verdiği için yaratıcı onu seviyordu. Firavun gibi haşa kendini Rab ilan eden bir zındığın hayatının bitirilmesinden, bunu istemekten daha sevap ne alabilirdi? Doğru olan buydu. İşte bu yüzden atılan yüzlerce taş arasından o havadaki taş Mansur'un kafasına çarpıp kanattığında, taşın sahibi zevkten kudurtuyor, kendinden geçirtyordu. Çünkü haklıydı, çünkü böyle olmasını Allah istiyordu.
Öyle mi? Gerçekte Allah acaba böyle mi istiyordu? Bu kadar kesin net inanmak, doğruluğundan şüphe etmeden yaptığını savunmak, tamam sahibine mutluluk getiriyordu ama en mutlular cahillerken, bilen alimler en çok acı çekenler değil miydi?
Mahkumsa atılan kanlar içinde bazen sendeliyor, bazen yere düşüyor ama aynı sakin tavırlarla "ölüm, kafir, zındık" kelimeleri arasında sehpaya yürüyordu. Askerler belkide yapılanı onyladıklarından belkide artık engelleyemeyeceklerini düşündüklerinden kudurmuş kitlelere artık karşılık vermiyorlardı.
Derken beklenmeyen ilginç birşey oldu. Hallac'ın o kudurmuş kitle içinde dikkatini çeken birşey oluyor. Kalabalık arasında aşina bir göze, acı çeken, üzülen, seven ve herşeyden önemlisi herşeyin farkında bir göze denk geliyor. Çok kısa bir an bu. Ama öyle derin ve etkili bir dost bakışı yakalıyor ki ... "Herşeyin farkındayım, biliyorum. Heyhat fakat gücüm yetmiyior. Çok üzgünüm bilesin" diyen bir bakış. O kısa an içinde cevap nitelliğinde "Üzülme, bak ben üzülmüyorum. Allah herşeyi görüyor. Kaderime teslimim" diye belkide cevap veren bir bakış...
Mahkum dosdunu taşlardan atılmış kanlı başıyla selamlıyor. Zaman sanki olacakları daha iyi kaydetmek için mümkün olduğunca yavaşlıyor gibi. Tüm keşmekeşin, bağrışmaların arasında dosdunun eli hırkasının altından bir gülle çıkıyor. Bir kırmzı gül! Geriliyor dosd ve atılan taşlar arasında dosduna o büyük veliye o gülü fırlatıyor. Gül süzülerek büyük velinin saçları arasına düşüyor. O ana kadar hiçbir taşa, darbeye karşı ah etmeyen, tüm acılarını yutup ses çıkarmayan Hallaç, herşeyin farkında olan dosdunun attığı gülün kenisine değmesiyle acı içinde kalıyor. İç yakan, derin bir "ahh" çekiyor! Nasıl bir andır bu Allah'ım! Sert ve parçalayan taşlara gülümseyen veli bir gülün değmesi karşılığında acıyla kıvranıyor.
Hallacı-ı Mansur ah çekerken şunu söylüyordur belkide: Ey dost, sen biliyorsun, sen farkındasın! Ey dost! sen kudurmuş kalabalıklara kanmadın, yenilmedin. Onlardan farklısın. Bilincini, hafızanı satlığa çıkarmadın. Vicdanını yok saymadın.Ey dost sen biliyorsun! Ve ben hiçbirşey bilmeyenden gelen ezaya, cefaya, darbeye, taşa ah etmem. Fakat herşeyi bilen bir dosttan gelen gülün değmesine bile dayanamam."
Atılanın ne kıymeti var. Esas can acıtan atanmış meğer...