Geçenlerde bir akrabamın cenazesine katılmıştım. Bir kez daha gördüm ki  acı hep aynı acıymış, akan gözyaşlarının rengi değişmiyormuş.   Ancak ahret inancının varlığı insanı ayakta tutuyormuş.

Vefat eden bu kardeşimiz Fransa’da yaşıyordu. Vefat edince defnedilmek üzere naaş’ını Kayseri’ye getirdiler. İşte bundan sonrası önemli! Asıl anlatmak istediğim de zaten bu.    Zira onunla beraber Fransa’da yaşayan Hindistanlı bir Budist arkadaşı da defin işlemlerine katılmak için ta oralardan gelmiş.

Tanıştık, vefalı olmasının yanında en dikkatimi çeken şey; İslam'a olan hayranlığıydı.  Mezarlığa bizimle beraber gelip bizzat defin işleriyle ilgilendi.  Dua ederken gözyaşlarına hâkim olamıyor, tercüman vasıtasıyla “Şu dünya boş, insan her şeyi geri de bırakıp gidiyor. Ölüm kimseyi ayırt etmiyor” diye duygularını ifade ediyordu. Hele ezan başlayınca elini kalbine götürmesi, Hz. Muhammed’in ismi anılınca yüzünün tarifi imkânsız bir güzelliğe bürünmesi, başını eğip içinden bir şeyler mırıldanması yok mu? Duygulanmamanız mümkün değil.

Namaz vakti geldi. Ezan okunmaya başlayınca  “Camiye gelirsem bir mahsuru olu mu?  Diye sordu. “Hiçbir mahsuru yok, elbet gelebilirsin” dedim. Camiye beraber gittik. Cemaat namazını kılarken O arka taraflarda bir yerde oturup kıldığımız namazı,  rabbimize toplu halde secdeye kapanışımızı izliyordu. Hangi duyguları yaşadı, neyi gözlemledi, neler hissetti bilemeyeceğim. Ancak selam verip geriye dönüp baktığımda ayakta olduğunu, ellerini bağlamış vaziyette beklediğini gördüm. Daha sonra kendisine ayakta olmasının sebebini sorduğumda aynen şöyle dedi: “Çok etkilendim namazınızdan, oturmak istemedim. Nasıl oldu bilmiyorum ancak öyle yapmayı tercih ettim. Bir ara acaba onların arasında olsam nasıl olur diye düşündüm.”

İslam hayranı bu arkadaşla beraber camiden çıkıp taziye yerine giderken bu olumlu intiba’a bizim Müslümanlar gölge düşürmeseler keşke, diye düşünüyor hem de içten içe rabbime dua ediyordum.

Mesela bir esnafın yanından geçerken müşterisini aldatmaya çalıştığını duymasa,  parkta küfürle bir birlerine bağırarak hitap eden Müslüman gençlerinin bu durumuna şahit olmasa diye düşündüm.  Kalplerimizde ki bir birimize olan kinimizi, öfkemizi ve düşmanlığımızı hissetmese diye temenni ettim.  Kardeşlerini aldatanları, kardeşlerinin aleyhine olanları, rüşvet alıp verenleri, kamu malını yiyenleri, ana babasına asi olanları, komşusuna eziyet edenleri görmese, bilmese ve görmese diye dua ettim. Ne kadar başarılı oldum veya olabiliriz bilemiyorum. 

Evet,  İslam güzellikler dini, bunda şüphe yok.  Ancak biz onu yeterince temsil edebiliyor muyuz, asıl soru bu.   Bir müdür hata edince o hatanın bütün o kuruma zarar verdiğini bildiğimiz gibi bir din görevlisinin yanlışlarının doğrudan din hakkında olumsuz intibaının uyanmasına sebep olacağını da bilmeliyiz.  Peki,  bir müslümanın her hareketinin İslam’ın emri diye algılanabileceği aklımıza geliyor mu?   Yaptığımız hata ve kusurların bizimle sınırlı kalmayacağını, bundan dünyanın en ücra köşesinde ki insanların bile etkileneceğini hesap ediyor muyuz?

Malumunuz Amerikalı ünlü pop şarkıcısı Cat Stevens İslam’ı kabul ettiğinde “Yusuf İslam” adını alıyor ve kendini İslam’a adıyor.  Kendisine İslam’ı seçmesindeki etkenin ne olduğu sorulduğunda şu ibretlik cevabı veriyor: “ Ben Kuran’ı okudum, Müslüman oldum. İlk önce müslümanları tanısaydım asla müslüman olmazdım. Kusursuz olan İslam’dır müslümanlar değil.” Bunun gibi binlerce örnekler söz konusu.  

Evet, bugün müslümanlar İslam’ı yaşamıyorlar. Kuranın tarif etiği İslam’la müslümanların yaşadığı İslam çok farklı. Müslümanlar pasif durumda, imanlarının karşılığında bir şey göremiyorsunuz, isimlerden başka bir şey kalmamış. İnandıkları gibi değil, yaşadıkları gibi inananlar var. Helal haram bilmeden, ahret yokmuş gibi yaşayanlar söz konusu.   

Hâlbuki bizim hidayet rehberimiz Kuran’ın canlı örneği Hz. Muhammed az konuşur, çok yaşardı. Dil ile değil hal ile davet ederdi. Yapmadığını söylemez, söylediğini mutlaka yerine getirirdi.  Tebliğ vazifesinde en etkili yöntem buydu. Bu din eylem dini ve hayat nizamıdır.  Bu nedenle O’nun güzel cemaline deruni bir bakışla nazar edenler   “Bu yüz yalan söylemez, bunun getirdiği hak dinden başkası değildir” deyip iman ettiler.  

Kendisine inanmayan düşmanları bile onun doğruluğunu, emin olduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardı. O herkese merhamet nazarıyla bakmış,  dini inancı, mensubiyeti, ırkı, rengi nedeniyle kimseye şahsi düşmanlık beslememişti. İnsanların hidayeti için hayatını feda etti. Varını yoğunu ortaya döktü. Nice sıkıntılara maruz kaldı yine de bu davadan vazgeçmedi.  İnsanlar inanmayacaklar diye kendini helak edercesine üzüldü.

Peygamberimiz buyuruyor ki:

“Allaha yemin ederim ki, senin sayende Allahın bir kişiye hidayet vermesi senin için, dünyanın en kıymetli şeyinden daha hayırlıdır.( Müslim)

Yine başka bir hadisi şerifinde de şöyle uyarı da bulunuyor:

“Kim hidayete çağrıda bulunursa, kendisine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve tabi olanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmeyecektir. Kim de dalalete davet ederse, kendisine tabi olanların günahları kadar günah ona verilecek ve tabi olanların günahlarından da hiçbir şey eksilmeyecektir.” (İbn Mâce, Sünnet 14)

Delalete değil, hidayete, şerre değil, hayra, kötülüğe değil, iyiliğe, vesile olabilmek ümit ve duasıyla…