Ne hoştur değil mi kahve önlerinde oturmuş, içlerinde kötülük barındırmayan, etrafa sevimli, ruhanî ve şefkatli bakışlar atan ihtiyarları seyre
Ne hoştur değil mi kahve önlerinde oturmuş, içlerinde kötülük barındırmayan, etrafa sevimli, ruhanî ve şefkatli bakışlar atan ihtiyarları seyretmek…
Veya okuldan çıkmış, itişe kakışa evlerine dönen, cıvıl cıvıl çocuklara uzaktan bakmak ve onlar adına biraz gelecek kaygısı duyuvermek…
Mesela Ferdi Özbeğen’in 'Ağla Halime' diye hüzünlü bir şarkısının da olduğunu keşfetmek ve kanal değiştirirken tesadüf edip vasat zannettiğin bir Yeşilçam filminden, insan hayatının kırılmaları üstüne harikalar çıktığını görmek…
İnsaflı ve vicdanlı olmayı hayatlarının başköşesine oturtmuş insanların içinde olduğu haberlere denk gelmek örneğin... Küçük bir köpeğin derin kuyudan çıkarıldığı an, sadece bize özgü olan, arbede ile karışık sevinç yumağı...
Kimseye duyurmadan ihtiyaç sahiplerine iyilik yapan, fakir babası insanların bir yerlerde nefes alıp verdiğini işitmek... Bir bebeğin gün be gün büyüyüşüne, hayatı öğrenişine ve yeri geldiğinde delice sorular soruşuna tanıklık etmek...
Yeni yerlere gitmek, sana hiç benzemeyen yüzlerle hayat alış verişinde bulunmak… Bir tanıdığının kazanımıyla/başarısıyla mutlu olmak ve dostlarının, arkadaşlarının, akrabalarının kötü günlerinde yanlarında olmaya çalışmak…
***
İbni Haldun, "Coğrafya kaderdir," demişti. Bizim coğrafyamız; dünyanın en torpilli yerlerinden bence ve burada kaderimizi/kendimizi yaşamak da her anlamda ayrıcalıklı…
Az önce özet geçtiğim duygular, (içlerinde merhamet olmayanları, ahlaksızları ve vicdanını kaybetmişleri çıkararak) etrafımızda yaşayan insanlar, hâlâ ve her şeye rağmen ne kadar güzel...
Çocuklara ve hayvanlara zulmeden aşağılık ruhlular varsa da bir bebeğin başına gelenleri ve bir kedinin acı acı inlemesini duyduğu için gözlerine uyku girmeyenler de yaşıyor hâlâ.
Kendimden pay biçiyorum, arabamı satalı altı ay oldu. Şehrin dışında bir yerde oturuyorum. Ne zamandır, eve veya dolmuşa giderken, tam manasıyla yürüdüğüm, bir elin parmaklarını geçmez.
Çünkü akşamüstü ya da sabah, ne zaman yola koyulsam, muhakkak ya yanımda bir motor duruyor veya bir araba beni alıyor. Hatta gideceğim yere özel olarak bırakıverenler bile oluyor arada.
Yardımseverlik, yolda kalmışa merhamet etme, yayaya kol kanat germe dürtüsü, ta o kadim geleneklerden beri aramızda, bizimle birlikte ruh buluyor kendine.
Ama bu kadar yüksek gönüllü ve yazgımız olan coğrafyada bir sorun, iyice yerleşmiş bir galat var. O da sorgula-ma-ma kültürü… Neden sevdiği veya niçin nefret ettiği üzerine düşünmeme… Korkma, kabullenme ve bilmediğine yabancı olma… İtaat ettiğinde de her şeyin bittiğine inanma…
Yazın, Yazar Feyza Hepçilingirler ile Ayvalık’ta bir röportaj yapmıştım. Konu tişört yazılarından açılmıştı. Birçok kimsenin giydiği kıyafette (örneğin İngilizce) ne yazdığını bilmediğinden dem vurmuştu büyüğümüz... Hatta bu konuyla alakalı bir dergiye yazı gönderdiğini de eklemişti en son.
Bu memlekette bırakın sorgulamayı; anlama-mayı doğal kabul ettiğimizi, okuduğunu kavramamayı da olağanlaştırdığımızı, bizim toplumsal yaşamımızda bunun mayasının ve toprağının fazlasıyla hazır olduğunu üzüntüyle dile getirmişti.
“Şiir okutuyoruz çocuklara, anlamıyor çocuk… Veznini buluyor, edebi sanatlarını gösteriyor, oldu kabul ediyoruz edebiyat dersinde... Dua okutuyoruz ne dediğini anlamıyor. Neye el açtığını, neye âmin dediğini bilmiyor.”
Ona hak vermiştim ve bu durum için bir kez daha hayıflanmıştım.
Ne oluyor, neden oluyor peki… Niçin okuduğunu anlamayan, tişörtünde ne yazdığını bilmeyen, matematik ve İngilizce öğrenememekle övünen, okuduğu duaların/surelerin anlamlarını da doğal olarak hissetmeyen, belki bunu merak da etmeyen bir toplumuz.
Ne diye böyle yetiştiriliyoruz, neden devlet kadrolarına her gelenin, ortadan kaldırmak için uğraş vereceği önceliği bu olmuyor.
Bunu sistem mi istemiyor, devlet mi görmezlikten geliyor. Mesela neden eğitimin başlıca sorunu bu ‘sorgulamama konusu’ kabul edilmiyor da o kadar masraf ediliyor, başka yerlere mesailer harcanıyor.
Serazat coğrafyası, içinde her çeşitten az az olan iklimi bir parçamız olan, değerbilir, hüzünlü, duygusal ve yetenekli insanların fazlasıyla yaşadığı memleketimizde, ‘cahillik mutluluktur’ gibi bir cümle allanıp pullanarak önümüze niye sürülüyor ikide bir.
Bu nedenler, niçinler uzayıp gidecek… Kimse sorumluluk almayacak ve birçok insan, bir şeylere körü körüne bağlanmaya, sorgulamadan, neden demeden, hâsılı irdelemeden inanmaya, itaat etmeye devam edecek…
Sormak, didiklemek, yetişmekte olan bir çocuk gibi bir meselenin altını üstünü merak etmek; külfetli, pıtraklı ve acı veriyor çünkü... Ama şurası bir gerçek ki, sorgulamadığımız her olayın sonunda Ferdi Özbeğen’in dediği gibi halimize ağlamaktan başka bir şey yapmıyoruz maalesef...