Lisedeyken, sevip saydığımız Mehmet Bey adında, çok değerli bir edebiyat hocamız vardı. Bir defasında şöyle bir komposizyon / yazılı ödev verdi. Böyle bir çalışmayı, talebeyken edebiyat hocalarının kendilerinden de istediğini belirtti. Ve şimdi aynı şeyi, o da bizlerden istiyordu:

Mahallemizde, geçimi bize tuhaf gelen, nasıl, ne şekilde ve ne ile geçindiği meçhul, bilinmeyen ve belli olmayan biriyle görüşüp konuşacak ve geçim yolunu konu edineceğimiz bir komposizyon ödevi yazacaktık.

Kendisinin bu ödevi nasıl yerine getirdiğini de anlattı. Bizlerden de, aynı şekilde enteresan bir geçim yolu bulmuş birini kaleme almamızı istedi.

Hocamızın tespit ettiği kişinin geçim yolu şu imiş:

Her gün önünden geçtiği kahvehane camının kenarında oturan birini görürmüş. İşe gitmesi gereken saatlerde, hep aynı yerde oturması dikkatini çekmiş. Buna bir anlam verememiş. Aradığım adam bu olabilir diyerek, içeri girmiş, selâm vererek adamın karşısına geçmiş.

“İzin verirseniz, sizin adınızı değil, sadece geçiminizi ne ile sağladığınızı öğrenmek istiyorum. Çünkü buradan her geçişimde sizi aynı yerde, aynı masa başında, önünüzdeki gazeteleri karıştırıp çay içerken görüyor; işe gitmediğinizi sanıyorum. İş güç sahibi değilseniz ne ile geçiniyor, hayatınızı ne ile kazanıyorsunuz? Lütfen zahmet edip anlatır mısınız?”

“Neden ve niçin bu merak, bu soruşturma? Sana ne benim ne iş yapıp yapmadığımdan?”

“İnanın sınıfı geçmem, bu konuda bir komposizyon ödevi yazmama bağlı. Lûtfedip anlatırsanız, isminizi ne soracak ne de yazacağım.”

“Peki öyle ise, samimi bir öğrenciye benziyorsun, anlatayım bari:

“Evet fark ettiğin gibi, aslında ben işsiz güçsüz bir adamım! Geçimimi ise, şöyle sağlıyorum:

“Her sabah; gelir kahvedeki yerimi alır; kahveye alınan tüm gazeteleri önüme koyar. Ölüm ilânlarına göz gezdiririm. Büyük ilânlara öncelik tanır, kimin öldüğünü, nerede gömüleceğini öğrenir; doğru o mezarlığa giderim. Ölü yakınları arasında yerimi alır. Üzgün bir durum takınır. Duyulacak şekilde için için ağlar bir tavır sergilerim.

“Sonra da oradakilerle cenaze sahibinin evine giderim. ‘Ah benim vefalı kardeşim, dostum, velinimetim. Beni bırakıp nerelere gidiyorsun? Ben senin yokluğuna nasıl katlanır, nasıl dayanırım? Sensiz ne yapar, artık kime derdimi açar, kimden himmet bekler, ihtiyacımı kime söyleyebilirim?’

“Diyerek, cenaze evinde; öyle bir feryat ve figan koparır; kendimi öyle acındırır, herkesin dikkatini öyle çekerim ki, herkes kendi elem ve kederini bırakarak beni teselli etmeye, asıl bana baş sağlığı dilemeye başlar! Bin bir dil dökerek beni yatıştırmaya çalışırlar! Ev sahipleri perişan halimden, yanık dilimden öyle etkilenirler ki, beni yedirir içirirler. Cebime de hatırı sayılır bir para koyarak, yatıştırıcı sözlerle beni uğurlar ve yolcu ederler!

“Oradan ayrılır ayrılmaz sıraya koyduğum, diğer ölüm ilânlarında yer alan cenaze sahiplerinin evlerine  gider, orada da aynı rolü oynar, aynı sonuçları almaya çalışırım!

“İşte benim her günkü mesaim bu şekilde cereyan etmekte, geçimimi bu yolla temin etmekteyim! Ama unutma aramızda kalacak bu söylediklerim!”

Yanından şaşkın, bir o kadar da düşünceli bir şekilde, komposizyon ödevimi yazmak üzere ayrıldım.

Bir ucûbe hayat tarzını daha öğrenmiş olmanın, tarifsiz bir rûh hâli içindeydim.

x

“Bu hayatın gayesini (maksadını) ; ‘Rahatça yaşamak ve gafletli (bir şekilde dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık ile) lezzetlenmek ve heveskârâne (heves içinde) nimetlenmektir.’ diyenler; gayet (son derece) çirkin bir cehalet (bilgisizlik)le, münkirâne (inkâr edercesine), belki de kâfirâne (kâfir ve dinsizcesine), bu pek çok kıymettar (kıymetli ve değerli) olan hayat nimetini (iyilik, lütuf, saâdet ve mutluluğunu) ve şuur (bilinç, anlayış ve vicdan) hediyesini ve akıl ihsânını (bağışını) istihfaf (küçümseyerek) ve tahkir edip (aşağı görüp), dehşetli bir küfrân-ı nimet ederler (nimete karşı hürmetsizlikte bulunurlar).”