Yaşlı padişahın gözleri yine daldı. Sanki uzaklarda bir şeyler görüyor, duyuyor, yaşıyordu. Zorlu ve çileli yılların ardından zayıflamış, saka

Yaşlı padişahın gözleri yine daldı. Sanki uzaklarda bir şeyler görüyor, duyuyor, yaşıyordu. Zorlu ve çileli yılların ardından zayıflamış, sakalları ağarmış, beli bükülmüş, göz çukurlarını derinleşmiş, elmacık kemikleri çıkmıştı. Fatih Sultan Mehmed Han'ın torunu olduğunu ispatlayan kavisli burnu, elâ gözleri, açık alnı ve geniş omuzları ile hâlâ heybetliydi.
Mutadı olduğu üzere her gece yatmadan önce okuduğu Kur’ân-i Kerîm’i üç kere öpüp başına koydu ve kendi elleri ile yaptığı zarif dolaba bıraktı. Cebinden kehribar tespihini çıkardı, sedire ilişip cama yaklaştı. Beylerbeyi Sarayı’nın arka tarafına bakan bu kuytu odanın seyre değer bir manzarası olduğu söylenemezdi. Hem gecenin bu vakti ne görülebilirdi ki? Ama o beş yıldır bakmakta olduğu avluya aşinaydı. Çiçekler bakımsız, çınarların dalları çıplak ve ıslak olmalıydı. Oynaşan gölgeler onu hatıralara çağırdı. Evet, şaşılacak kadar hareketli geçen saltanat yıllarından sonra, bitmek bilmeyen sürgün hayatı başlamıştı. Tahttan indirildiğinden bu yana tam sekiz sene geçmişti. Üç koca yıl Selanik’te Alâtini Köşkü’nde kalmış sonra Beylerbeyi Sarayı’na getirilmişti. Şimdi iyi yürekli annesi Tîrimüjgân Sultan'ın hastalığı sırasında kaldığı mütevazı odadaydı.
BATI’NIN MAŞALARI TÜRÜYOR
İdarenin elinde olduğu 30 yıl boyunca, 7.300.000 kilometrekareyi aşan imparatorluk topraklarını aynen muhafaza etmişti. Millet barış, bolluk ve huzur içinde yaşamıştı. Yorgun sultanın gözünde, tahta çıktığı ilk günler canlandı. Batıya hayran, batılıya maşa olan muhterislerin devlet kademelerine sızmaları, babası Sultan Abdülmecid Han zamanında başlamıştı. Amcası Sultan Abdülaziz Han zamanında bu türediler iyice gemi azıya almış, sonunda işi padişahı tahtından indirmeye ve bileklerini keserek öldürmeye kadar vardırmışlardı.
Bir an vücudu ürperdi. Yüce Allah’ım!... Bu ne garabetti? Devletin imkânlarıyla yetişenler, devleti yıkmaya çalışanlara nasıl alet olabilirdi? Ne yazık ki mal, mülk ve makam hırsının kararttığı gözleri, düşmanların gerçek amacını görememişti.
SAVAŞSIZ 30 YIL
Padişah derin bir nefes aldı, camdan bakmaktan vazgeçip arkasına yaslandı. Her devrin kendine has şartları ve “ruhu” vardı. O günün “ruhu” icabı amcasının katledilmesinde rol oynayan Midhat Paşa'yı sadrazam yapmıştı. İçine sinmemişti ama halkın beklentisi bu yönde idi. 93 Harbi yürek sızlatıcı bir felâketti. Alt yapısı Midhat Paşa ve arkadaşları tarafından hazırlanan harbe girmemek için çok direnmiş, ancak gücü yetmemişti. Sadece Nikşik kazasının Karadağ’a bırakılmasıyla önlenebilecek bir savaşa üç beş gafilin ihtirası yüzünden girilmiş, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın da dâhil olduğu 240 bin kilometrekare vatan toprağı kaybedilmişti.
Padişahın gözleri buğulandı... Halbuki o milletini savaştan uzak tutmak için var gücüyle çalışmıştı. Bu otuz yıl içinde sadece “Yunan Harbi” olmuştu. 32 gün süren savaşın sonunda Rum ordusu yok edilip Atina kapılarına dayanılmış, Rusya’nın ricası üzerine barışa yanaşılmıştı. Saltanatı süresince her vilâyete okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler yaptırmıştı. Din, fen ve edebiyat üzerine çok kitap bastırmış, bunları en ücra köylere kadar ulaştırmıştı. Şu 30 küsur senelik barış devresi batılı ülkelerin seviyesine yetişmek için bulunmaz fırsattı. Heyhat bel bağladığı gençler fırsatı kaçırmıştı. Düşündükçe ciğerleri yanıyordu...
SADECE GAFİL DEĞİLİM
Huzursuzca kıpırdandı. Uyuşan dizlerini ovaladı. Açtığı okullarda okuyup adam olan nankörler, ona “akla ve bilgiye düşman” iftirasını atmışlardı. “Hayır! Hayır!” diye mırıldandı, “Ben okumuş adamdan korkmam!” Fakat kendini âlim sanan cahillerden çok çekmişti. Her köyde bir mektep görebilmek için bu kadar yıldır çabalayan bir sultan, hiç bilgi düşmanı olabilir miydi?
Ülkesinin başına gelenleri düşündükçe çene kasları geriliyor, çehresi kararıyordu. “Beni ‘evhamlı’ sanıyorlardı. Hayır! Ben, sadece ‘gafil’ değildim o kadar. Zararlı fikirlerini gazetelerde yazmak, memleketi karıştırmak istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman ‘zalim’ diye saldırıyorlardı. Sebeplerini ve sonuçlarını bilmeden Fransız İhtilâli’ne özeniyor ve halkı ayaklandırmayı vatanseverlik sanıyorlardı. Ülkemin düşmanları gibi davranıyor, bana ‘Kızıl Sultan’ diyorlardı.”
DEVLET KOMİTACILARIN ELİNE GEÇİYOR
Şehadet parmağı imameye değince tespihine baktı. Sonra tekrar gözünü yumdu, dudakları kıpırdadı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti tekrar ortaya çıkmış, Selanik’teki genç subayları para ve makam vaadi ile aldatmıştı. İttihatçıların kumandan paşayı telgrafhaneden çıkarken öldürmeleri ve yerine gönderilen paşayı kaçırarak dağa kaldırmaları nasıl da canını sıkmıştı. Ama o, fitnenin azmaması için meşrutiyeti ikinci defa ilân etmekten kaçınmamıştı. Meclis yeniden açılmış ve yönetim otuz bu kadar yıl sonra elinden alınmıştı. Lâkin çok hata yapıyorlardı. Nitekim Bulgaristan Osmanlı’dan ayrılmış, Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i ilhak etmişti. Bir anda 148 bin kilometrekare vatan toprağı elden çıkmış ve nihayet 31 Mart hadisesi patlamıştı.
Selanik’ten toplanan Bulgar, Sırp, Yunan ve Arnavut yağmacılar İttihat ve Terakkî tarafından İstanbul’a yollanmıştı. Kumandanlar kendisinden müsaade istemiş, Hareket Ordusu denilen bu derme çatma kuvveti Birinci Ordu ile beş on dakikada dağıtacaklarını söylemişlerdi. Ama o, yalnız padişah değil, halife idi. 30 küsur senedir kan dökmemişti, bundan sonra da dökemezdi. Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söylemiş, tevekkül etmişti. Ancak çapulcular, 11 gün boyunca İstanbul’da terör estirmiş, bir sürü masumu öldürmüşlerdi.
Telgraf memurluğundan, dâhiliye nazırlığına yükselen Talat Bey, İttihat ve Terakkî Partisi’nin başı olarak Meclis’e tamamen hâkimdi. Pek çok milletvekili ve senatörün tereddüt içinde olmasına rağmen Meclis’i tehdit ederek “hal” kararı aldırmıştı. Ona da katlanırdı ama İttihatçılar, kararı kendisine bildirmek üzere 275 üyeli meclisten seçtikleri dört kişilik heyete Yahudi ve Ermeni sokmasalardı.
SELANİK DE ELDEN ÇIKIYOR
İhtiyar sultan hafifçe doğruldu. Nefesini azad ederken “Lâ havle...” okudu. Alâtini Köşkü’nde mahpus iken İtalyanlarla savaşılmış, 1.200.000 kilometrekarelik Trablusgarb vilâyeti ve Bingazi sancağı İtalya’ya bırakılmıştı. Hükûmetin gafleti yüzünden dört Balkan devletçiği, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ aralarında anlaşmış ve koca imparatorluğa savaş açmışlardı. Selanik, Manastır, Kosova, İşkodra, Yanya, Girit ile Edirne vilâyetinden 2 sancak ve Sisam adası elden çıkmıştı. Selanik’in düşmesinden az önce onu Alâtini Köşkü’nden almışlardı.
Alman imparatorunun gönderdiği sefaret gemisinin kamarasında olup bitenleri anlamaya çalışırken geminin süvarisi yanına gelmiş ve “İmparatorumuzun size hususî selâmları var. Gemi emrinizdedir. Majesteleri nereye gitmek isterler?” demişti. İyi de bir Osmanoğlu bayrağının dalgalandığı yerden başka nereye gidebilirdi?
Beylerbeyi Sarayı’nda geçen son 5 yılda felâket haberleri birbirini kovalamıştı. İttihatçıların çoğu, hatta şeyhülislâm bile mason idi. Memleket, idamlar, suikastlar ülkesi olmuştu. Her vilâyette zalimler türemiş, can, mal ve namus emniyeti kalmamıştı. Halk onun zamanındaki huzur ve refaha hasretti. Hasretti ama iş işten geçmişti...
SULTAN’IN NEFESİ
Sultan cep saatine baktı, sonra seccadesini serdi. 465 yıldır payitahtın semalarında yankılanan ezanlar bir kez daha gecenin sessizliğini deldi. Sultanın elâ gözleri geçmişten, geleceğe yöneldi. Zaman aktı, aktı, aktı… Ve 2000’lere gelindi.
- Siz neredensiniz güzel evlâdım?
- Dedem sizin zamanınızda, Selanik vilâyeti, Serez sancağına bağlı Razlık kazasında doğmuş efendim.
- Tahsilliye benziyorsun?
- Efendim liseyi, sizin vilayet merkezlerine yaptırdığınız Sultanîlerden Bursa Erkek Lisesi’nde, üniversiteyi de yine sizin Mekteb-i Şahane-i Hendese-i Mülkiye olarak açtığınız İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okudum. Biliyor musunuz lisede kullandığımız mikroskoplarda tuğranız kazılıydı.
- Seni hatırladım. Sık sık ruhuma Fatiha okuyorsun.
- Sizi çok üzmüşler efendim, çok acı vermişler. Bizi lütfen affedin.
- Biz, bize ihanet edenleri bile bağışladık evlâdım. Sakın düşmanların parlak sözlerine kapılıp benliğinizden olmayın. Onlara aldanmayın.
- Olur efendim, peki efendim, baş üstüne efendim! Duanızı bu nankör evlâtlarınızdan esirgemeyiniz efendim! Elinizi öpmeme müsaade eder misiniz efendim?...
Genç adam sıçrayarak uyandı. Elinde Sultan İkinci Abdülhamid Han'ı anlatan bir kitap vardı. Kanepede dalmış her tarafı tutulmuştu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ama o abdestini alıp sokağa çıktı. Çemberlitaş’a vardığında ortalıktan el ayak çekilmiş, sokakları dondurucu bir soğuk sarmıştı. Vefatından bu yana şunca yıl geçmesine rağmen yüce sultanın şefkatli nefesini duyar gibiydi. Gibisi fazla, basbayağı duyuyordu işte.
Gecenin o saatinde yanından, taksi şoförleri, tinerciler ve mekânsızlar geçti. Hepsi de türbe önünde hıçkırarak ağlayan gence bakıp dudak büktüler. “Deli mi ne” dediler... “Deli mi ne?”