Edebiyatımızın yetkin kalemlerinden Hasan Ali Toptaş’ın bir kitabından, Heba’dan söz edeceğim bu hafta. Kitaba geçmeden tabii, yazar hakkında bir

Edebiyatımızın yetkin kalemlerinden Hasan Ali Toptaş’ın bir kitabından, Heba’dan söz edeceğim bu hafta. Kitaba geçmeden tabii, yazar hakkında bir iki malumat vereyim: Yazarın eserlerini yayımlayan Everest Yayınları’na göre Toptaş, 1958’de Denizli’de dünyaya gelmiş. Şiir, deneme, öykü ve roman türlerinde eserler vermiş ve birçok ödül almış ve kitapları ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Finlandiya, İsveç ve Güney Kore’de yayımlanmış. Bu yazıya konu olan Heba ise 2013 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü almış ve FT/Oppenheimer finalisti olmuş değerli bir roman. Kitabı anlatmaya geçmeden evvel adet olduğu üzere kelimeye bir göz atalım: Arapça kökenli okkalı bir kelime olan hebanın iki anlamı var: Birincisi: Boşa gitme, ziyan olma. İkincisi: (tasavvuf) İçinde âlemdeki bütün suret ve şekillerin meydana geldiği fakat aslen kendisi yok olan şey, madde, cevher. Yazarın kitabını bu ikinci anlam üzerine bina ettiğini düşünüyorum. Dilerseniz şimdi asıl mevzuya geçelim: Peki, Heba neden etkileyici bir roman? Birkaç maddeyle sıralayayım o vakit: 1. Bir kere edebiyatta şöyle bir şiar vardır: Neyi anlattığın değil, nasıl anlattığındır önemli olan. Yani konu, üsluba nazaran her daim arka planda kalır. Dolayısıyla Toptaş, sıradan bir hikâye anlatsaydı bile üsluptan ötürü eser gene de sıradan olmayacaktı. 2. İmgeler… Evet “Bin Hüzünlü Haz” romanında olduğu üzere bu eserde de yoğun imgeleri ustalıkla kullanıyor yazar. Mesela 39. Sayfadaki şu cümle: “… bir köşeye çekilmiş kapkara bir sesle hiç durmadan ağlıyordu.” Burada alelade bir benzetmeden söz edilemez. Kapkara bir yüz, bildik bir benzetmedir ve imgesel yönü zayıftır. Ama “kapkara bir ses” demekle yazar, bağırmayı, çığlığı, isyanı, iç çekmeyi, nefreti, öfkeyi bir çırpıda ifade etmiş oluyor. Sayfa 45’te ise şöyle bir örnek var: “Kim bilir belki de o sırada önümüzde duran zaman yığınlarının gerisinden geleceğimizin karanlığı vuruyordu alınlarımıza.” Bu cümle de imgelerle doludur. Zamanın yığılması, içinde bulunulan andan yani şimdiden kopuş ve geçmişin gerisinden çıkıp gelen ama ışığa benzeyen bir karanlık… Sonra romanın başkarakteri Ziya’nın çocukken vurmak istemeyip de ama vurduğu bir kuştan ötürü kırk seneyi aşkın bir pişmanlığı var ki, o acıya ortak oluyorsunuz resmen: “Ne var ki pek uzun sürmedi bu durum; aradan birkaç dakika geçince leke olduğu yerde aynı şekilde yeniden çırpınmaya başladı ve aynı şekilde yeniden kaskatı kesildi. (kuştan bahsediyor)” Bunlar gözüme değen imge örnekleri. Kitap, iyi manada diyorum, bir imgeler yığını. 3. Rüya metaforu… Romanın beni en çok etkileyen tarafı bu oldu şüphesiz. Metnin, maddeye en yaklaştığı yerlerde bile -Rüya ve Minnet bölümleri- yazar, okur hakikate inanmasın diye yeniden kapı aralıyor rüyalara ve haliyle gerçeklik algısı bulanıyor gene. Roman, rüya temi üzerine kurgulandığından okurken bir hayli uyanık olmak da icap ediyor. Zira metnin bütünlüğü koptuğunda uykudan uyanmışçasına rüya, bölünüveriyor. Kitabı okurken daha ilk cümlelerden itibaren yazarın, okuru köşeye kıstırmaya niyetli olduğunu sezdim içten içe. Nitekim yanılmadım da. Bana kalırsa Toptaş, okura baştan sona yanılsamalarla dolu acayip bir düş anlatmış ve bunu da gerçeğin ardına gizlenerek yapmış. Kitabı okurken yazarın, Ziya haricinde bakanların hiçbir şey görmediği -ölüm yakınsa görebiliyorlar ama- o dağın tepesinden sizi gözetlediği hissine kapılıyor ve haliyle huzursuz oluyorsunuz. Bazı kitaplar vardır, o kadar severek okurunuz ama kitabın sonu o tesiri alır götürür. Ama bu kitapta tam tersi bir hal var. Şöyle ki, son iki sayfada yazar, ansızın anlatıya dahil oluyor ve okurun roman boyunca kurduğu her şeyi, o gerçekliği, yerle bir ediyor. O zaman şöyle düşünüyorsunuz: Esasında Ziya, yazarın kendisi ve baştan sona yaşadığı her şey de bir sanrılı rüya. Okurken heba olmayacağınız bir kitap.