Günde 5 vakit namazda, 40 kere Fatiha suresini okuyoruz. İçinde “İhdinassıratalmüstakîme.” âyeti geçiyor. “Bizi doğru yola ilet.” anlamına geliyor.

Hepimiz bunu okuyor ve şüphesiz mânâsını da biliyoruz. Bu dua ve isteğimizin kırk defa tekrarlanması bizleri çok düşündürmeli.

Demek ki, doğru yolda olmak çok hayatî bir husus. O nispette, çok önemli. Üstelik, doğru yolda olmak, o kadar kolay değil ki, günde 40 defa okumamız isteniyor bizden.

Evet doğru yolu bilmek kolay. Nitekim herkes biliyor. Fakat doğru yolda olmak; işte bu o derece kolay değil!

Nitekim hırsız; hırsızlığın kötü bir şey olduğunu bilmiyor değil. Ama yapıyor! Ahlâksız insan da, ahlâksızlığın iyi bir şey olmadığını biliyor. Fakat yine, ahlâksız oluyor!

Demek ki mâlûmat ilim değilmiş be dostlar! Evet bilmek kolay. Bildiğin gibi olmak; işte bütün mesele bu olsa gerek. İlim ve amel / bilmek ve bildiğini yapmak; beraber bulunmuyorsa, bir şey ifade etmiyor. Nitekim, dürüst olmayanın, “Dürüstlük iyidir.” demesi; onu dürüst kılmadığı gibi.

Evet bilmek kolay, olmak zor. Herkes çalışmanın gerekli olduğunu bilir ama, etrafımıza bakacak olursak; istemeyerek çalışan nice öğrenci, memur ve işçiler görürüz!

Neden böyle derseniz: Çünkü, asıl anlamak olan idâkten; anlayış kavrayış ve akıl erdirmekten mahrûm ve maalesef çok uzağız. Nitekim, bildiğimiz hâlde, anlamadığımız ne çok şey var!

Çünkü yaptığımız şeyi içselleştirememiş, sindirememiş; yapmaktan zevk alacak duruma kendimizi getirememişiz! Bundan dolayı yapmak, işlemek ve hayata geçirmek; ne yazık ki, angarya geliyor bazılarına!

Çünkü çalışma, öğrenme ve bildiğini hayata geçirmenin verdiği vereceği, manevî haz ve lezzeti tatmış ve bunun farkına varmış değiliz!

“İşleyen demir paslanmaz.” diye boşuna denmemiş. Sıhhatin, lezzetin ve hayattan tat almanın kaynağı çalışmaktır. Hele öğrenmek ve yeni bir şey bilmekteki lezzet; her türlü maddî lezzetlerin çok fevkinde, çok üstündedir. Zaten insana yakışan da budur.

Kaldı ki, Hakk’ı ve doğruyu bilmek, insana; her öğrendiğinde, her yeni bir şeyin farkına vardığında; Hakk’ın katına yükselmeyi sağlar. Ona doyumsuz bir lezzet verir ne kelime, onu mest eder be dostlar! Yunus Emre:

“Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşk birkaç huri;

Sen isteyene ver onları;

Bana, Seni gerek Seni!”

Derken, aslında Yunus Emre, sanki bir de, şu hakikati dile getirmek istemiştir:

“Kur’an’ın bir âyetinin mânâsını anladığın takdirde alacağın lezzet; cennetin gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş huri, bağ ve bostanlarından alacağın lezzetlerden, kat kat üstün ve fazladır.”

İşte tembellik, çalışmayı hoş görmemek; aslında Hakk’ı bilmemenin de, asıl mânâ cennetinden uzak kalmanın da, ta kendisi! Hele işi angarya saymak; Hakk’ı lâyıkı şekilde tanımamanın; insana verdiği bir gaflet ve ağırlıktan başka bir şey değildir.

Halbuki: “İnsanın çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm : 39)

Nitekim bir de bundan ötürüdür ki:

“Hakk’la meşgul olmayanı bâtıl (nefsanî boş, yanlış iş ve oluşumlar) istilâ eder (onu sarıp sarmalar ve doğru iş ve hareketlerden uzak tutar)” denmiştir.

Öyleyse hepimiz:

“Bizi dosdoğru yola hidayet eyle.” (Fâtiha / 6) demeli.

En büyük hidayetin; hicab ve perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görmek ve göstermek olduğunu da bilmeliyiz.