Eski Türklerde kurban sunma geleneği kanlı ve kansız olmak üzere iki şekilde uygulanırdı. Ruhlara sunulan kanlı kurbanların başında göçebe toplumlar için çok önemli olan at gelirdi. Bunun dışında makbul olan kurbanlıklar sığır, keçi, koç, kuzu ve öküz gibi kurbanlıklardı. Şaman ayininde açık renk bir at kurban edilir ve eti bir merasimle ayine katılanlara dağıtılırdı. Kurbanın rengine verilen bu önem bugün Anadolu’da hala devam etmekte ve koyunun beyazı siyahından çok olanı tercih edilmektedir. Eskiden ruhlar için kesilen bu kurbanlar günümüzde şükran ve kefaret kurbanlarına dönüşmüş ve etleri de Tanrı rızası için komşulara dağıtılmakta ya da insanlara çeşitli yerlerde ikram edilmektedir. Kesilen kurbanın kemikleri de aynı eski Türklerde olduğu gibi kırılmamaktadır.

Kansız kurbanlar ise ruhlara bağışlanan para veya ürünler olurdu. Mesela; arpa, buğday, mısır; süt, yoğurt, tereyağı, kımız vs..   diğer gıdalar ölünün ruhu için bağışlanır yani dağıtılırdı.

Mezar yapıları, ölünün ardından dağıtılan yemekler, ölünün belirli günlerde anılması ve gömülmeyle ilgili adetler hep eski Türk inanışlarından izler taşımaktadır. Eski Türklerde önemli birisi öldüğü zaman önce bir süre yurtta bekletilir, kurgan veya mezar inşa edildikten ve törenler tamamlandıktan sonra da mezara gömülürdü. Bunun yanı sıra mezarların üzerlerine dikilen “taşbaba”, “taşata” ya da “taşnene” adı verilen heykeller de bugünkü mezar taşı geleneğinin temelleridir. Mezar taşı geleneği İslamiyet’e ait bir unsur değildir; nitekim Arap Yarımadasında bu geleneğe rastlanmamaktadır. Ayrıca toplu mezar ziyaretleri de ölüler kültüyle alakalı eski Türklerden günümüze ulaşan bir adettir. 

Eski Türk inanışlarındaki ölülere ilişkin uygulamalardan günümüze ulaşanlardan biri de ölü aşıdır. Bugün ölen kişilerin ardından dağıtılan helva ya da yemek eski Türklerdeki “yoğ” törenlerinin bir devamı şeklindedir. İltar, yoğ törenlerini “eski Türkler, ölülerine aş vermeyi en önemli görev sayar ve yoğ adını verdikleri törenler düzenlerlerdi. İlk çağlarda aş doğrudan doğruya ölüye verilir, yani mezarına konulur veya dökülürdü” şeklinde açıklamaktadır. Daha sonra İslamiyet’te bu tören ölünün sevabına aş dağıtılması şekline dönüşmüştür. Anadolu’da kişi ölümünün kırkıncı, elli ikinci, nadiren de üçüncü ve yedinci günlerinde yemekle anılır. Bu sayılar günümüzde bize bir şey ifade etmese de eski inanç sisteminde belirli anlamları vardır; “inanışlara göre ölüler ancak ölümlerinden üç, yedi ya da kırk gün sonra verilen cenaze şöleninin ardından bir daha dönmemek üzere ölüler âlemine giderler.” Eskiden ölülerin ruhlarını huzura kavuşturmak için yapılan bu uygulamalar günümüzde hala farklı biçimlerde varlığını sürdürmektedir.

Günümüzde yeni doğan çocuğa verilecek olan isim büyük önem taşımaktadır. Özellikle konulacak olan ismin aile büyüklerinin isimleri arasından seçilmesi sık sık karşılaşılan bir durumdur. Bu durumun atalar kültüyle ilişkili olduğu açıktır. Çocuğun ismini taşıdığı atasının özelliklerine sahip olması istenmektedir. “Yani ismin içerdiği anlamı ve niteliği sahibine geçirdiği inanılmaktadır.” Bu bağlamda çocuklara konulan isimlerin anlamları da çok önemlidir. Çocuklara uzun ömürlü olmaları için Durmuş, Yaşar, Satılmış, Satı gibi isimlerin konulması eski Türklerden günümüze kadar uzanan adetlerdendir. Çocuğa konulan ismin bir nevi çocuğun kaderi olduğuna inanılmaktadır. Çocuğa isim konulurken onbeş yaşına kadar taşıyabileceği isim olmalı. Çünkü isim alay konusu olmamalı. Bilindiği gibi çocuklar isim ile şaklaşmayı hep yaparlar.

Nevruz, Hıdrellez, yılbaşı gibi kutlamalar da günümüzden çok öncesine uzanan gelenekler arasındadır. Yıl dönümleri ve mevsim değişiklikleri tarım ve hayvancılığa bağlı ilkel toplumlar için çok önemli olgulardır; canlanan doğa ve güneşin doğuşu törenlerle kutlanır. Birçok toplulukta birbirine benzeyen bu tarz törenler görüldüğü gibi, İslamiyet öncesi Türk topluluklarında da görülmektedir.

Bugünkü Noel Bayramı’nın eski Türklerde “Yeniden Doğuş-Çam bayramı” olduğu gibi Noel’in geçmişteki adının “Nardugan” olduğu bilinen bir gerçektir. Türkler için güneş çok önemlidir ve gecelerin kısalıp, gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşır. Uzun süren bu savaştan sonra gündüz galip gelir ve bu, güneşin yeniden doğuşu olarak algılanır. Türkler bu bayrama “Nardugan” derler; nar güneş, tugan da doğan anlamına gelir. Türkler de güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu onlar için kutsal olan Akçam ağacı altında büyük şölenlerle kutlarlar. 

Nardugan bayramının Hun akınlarıyla birlikte Avrupa’ya taşındığı, Hristiyanlıkla birlikte bu törenlerin İsa’nın doğumuyla ilişkilendirilip, Noel olarak kutlanmaya başlanmış olması birçok tarihçi tarafında kabul görmüştür. Bu gerçeklerle birlikte “Hristiyan adetleri” olarak eleştirilen Noel’e ilişkin uygulamaların kökeninin Orta Asya olduğu açığa çıkarılmış ve Hristiyanlıkla bir ilgisi olmadığı dile getirilmiştir.

Sonuç olarak diyorum ki; insanı-insanımız- manen rahatlatan, akılı dışı olmayan ve madden zarara uğratmayan örf ve adetlerimizi yaşatmak, sürdürmek elbette millet olarak bizi güçlü kılacaktır.